Günümüzde haberlerin temel konusu olan yargı ve yürütme geriliminin kaynağında temel bazı çevirisel gerilimlerin yattığını hatırlamak, gerginliğin doğasını tanımlayabilmek açısından önemli. Bu gerilimin başlangıcına ilişkin temel kaynaklardan biri de, Ernst E. Hirsch adlı, modern Hukuk Fakültesi’nin kuruluşunda rol almış olan bir hukuk uzmanı. Hirsch’in Anılarım adıyla yayımlanan kitabı, genel olarak temel bir çeviri okuması: üniversitenin ilk yıllarında eğitimde çevirinin yeriyle ilgili sayısız örnekle dolu olan bu hatırat, aynı zamanda Türkiye’nin geçirdiği dönüşümün ne kadar derin ve genç olduğunu, daha olgunlaşmamış olduğunu sergiliyor. Günümüzü çeviri açısından izlemek için temel bir okuma olan bu kitaptan, İslam hukukundan Lâik hukuka geçiş sürecinin başlangıcını anlatan bir bölümü aktarıyoruz: 1933/34 Öğretim Yılında istanbul Hukuk Fakültesi İslâm hukukunda “medrese” (bazen iki ‘s’ ile de yazılmaktadır) dendiğinde, bir caminin bünyesi içindeki hukuk – ilahiyat yüksek okulu anlaşılır. Türkiye’de bu kavram, başka meslek yüksek okullarına da teşmil edilmiştir. 1933 yılında kapatılan istanbul Darülfünunu çerçevesi içinde 5 medrese bulunmaktaydı. Bir tıp, bir hukuk, bir edebiyat, bir ilahiyat ve bir de fen bilimleri medreseleri. 1924’den bu yana, yani 1923 Ekim’inde Türkiye Cumhuriyetinin kurulmasından sonra, tüm eğitimin lâikleştirilmesinin bir sonucu olarak medreseler gerçi “fakülte” adını almışlardı, ama barındırdıkları ruh zerrece değişmemişti, istanbul Üniversitesinin 1933 yılında yeniden kurulmasındaki amaç, Islâmdan kaynaklanan bu medrese ruhunu kökünden silip atmak ve yerine Batı Avrupa geleneğinde bir üniversitenin merkezini oluşturacağı bilim özgürlüğünü getirmekti. Hukuk Fakültesinde, buna ilişkin güçlükler, özellikle kendini hissetirmekteydi; aslında sorun, îslâmın damgasını vurduğu bir hukuk medresesinin yerine lâik bir hukuk bilimleri fakültesi koymaktı. Bu güçlükleri kavrayabilmek için ise, bazı ön bilgilere sahip olmak gerekiyordu. Ben de 1933 sonbaharı sonuna doğru istanbul’da çalışmalarıma başladığımda bu bilgilere sahip değildim, oysa bunları bilmek pek çok şeyi benim için daha anlaşılır ve daha kolay kılacaktı. İslâm Hukuku (şeriat), İslâmm ayrılmaz bir parçasıdır. İslâm ise, insanlararası ilişkide dinî-kutsal ve dinî olmayan – lâik alan ayrımı tanımaz. Bunun sonucu olarak, Medresede öğretilen hukuk, msanlararası ilişkileri ve gündelik hayatın işlerini kurallara bağlama ve düzenleme konulannda da, özünde Islâmın öğretilerince belirlenmişti. Bunlar, yüzyıllar boyunca Müslüman hukuk hocalan tarafından bir sonraki kuşaklara aktarılmış ve geliştirilmiş olup, hatta devlet yasası halinde kodifıye edilmişlerdir. Nitekim, kapitülasyonlar denen anlaşmalar sonucunda, Osmanlı İmparatorlu-ğuyla pek çok Hıristiyan devlet arasında anlaşmaya bağlanan konsolosluklann yargılama yetkisi, yabancılan, İslâm öğretisinden kaynaklanan dinî yargılamanın dışında tutmayı amaçlar. Bu düzenleme, daha Osmanlı İmparatorluğu sırasında bile bir diskriminasyon olarak görülmüş ve nihayet 1923 Lozan Banş Antlaşmasıyla tamamiyle ortadan kaldınlmıştır. Ancak bu, Türkiye’nin zaman geçirmeksizin bu dinî yargının yerine İslâmm etkilerinden bağımsız bir dünyevî yargı örgütlemesi ve maddî hukuku da buna uygun olarak değiştirmesi ön koşuluna bağlanmıştır. Esasında islâ-mî esaslara dayanmayan yabancı yasalann çevirileri olan, kapsamlı Türk kanunlan çıkanlarak, o güne kadar İslâmın damgasını taşıyan gelenek ve kanun hukukunun saf dünyevî kanunlarla bağdaşmayan tüm hükümleri, kesinlikle kaldırılmış ve örneğin İsviçre’den alman Medenî Kanun...
Read More