Çevirmenin Çevirmene Et(t)iği

Posted by on Nisan 11, 2006 in Güncel

Cumhuriyet Kitap, Sayı: 841’de Süha Sertabiboğlu’na ait hayret uyandırıcı bir yazı yayınlandı. Hayret uyandırıcı olan şey yazıda söylenenler değil, bana göre, yayınlanmış olmasıydı. Sertabiboğlu, bazı kült kitapların çevirmeni; ilk çevirisi Dune dizisindendi, Arzu Taşçıoğlu ve Deniz Vural’ın çevirisiyle yayınlanan Dune dizisinin ilk üç kitabı çevirisiyle büyük beğeni toplamış, çevirmenlerin yayınevini sözleşme ihlali yüzünden mahkemeye vermesinin ardından dizinin daha sonraki kitaplarını da Sertabiboğlu çevirmişti; Zen ve Motorsiklet Bakım Sanatı‘nın, John Ballard, İvan İllich, Kierkegaard’dan çevirilerin ardından Lawrence Norfolk’un Papanın Gergedanı adlı, cüsseli kitabını çevirdi. Çevirisi riskli kitaplar çevirdiği için çeviri hakkında bir şey söylemesi gereken çevirmenlerden yani, fakat bu yazıda, çevirilerinin yeterince incelenmemiş olmasından dolayı artık bunalmış olduğu izlenimine kapıldım ben. Yazıda öne sürdüğü birçok şeyde değil, ama bu nedenle bunalmakta, bence gerçekten haklıdır. Sertabiboğlu’nun çevirileri de incelenmelidir. Ama bu arada “Kim çevirmiş ulan bunu?” ifadesini olağanlaştıran ve Türkçe’de yapılmış bunca çeviri tartışmasının ardından Can Yücel çevirilerini “garabet” olarak niteleyen bir yazının yayınlanabilmesini kaygı verici bulmak da gerekir. Neden artık çevirmenler, iyi/kötü çevirmen ayrımı yapmayı, çevirmenleri incitmeyi mesleki öncelik sayıyorlar? Yazıda yazılmış olanlar üzerine çok şey söylemek istemiyorum, sadece Türk okurunun okuma zevkinin kötü çevirmenler yüzünden Türk edebiyatına mahkum kaldığı düşüncesi karşısında dudağımın uçukladığını söyleyeceğim: Türk edebiyatının mahkum kalınacak kadar kötü bir edebiyat olmaması bir yana, ekonomi ve ticaret bilgisinden uzak, tuhaf bir ifade bu; çevirmenler yayınevlerinden bağımsız sermayeleriyle kitap yayınlayıp dağıtmaya ne zaman başladı? Aldığınız araba kaza yapınca, onun tasarımcı ya da mühendisini mi suçluyorsunuz?

Çeviri ve Çevirmenlik Üzerine Tezler / Süha Sertabiboğlu

Çeviri bize dünyayı gösteren bir pencereye, çevirmense bu pencerenin camına benzetilebilir. Çevirmen kötü bir kitabı iyi hale getiremez, fakat iyi bir kitabı berbat edebilir. Ben kötü çevirilerden illallah demiş bir okurum ve satın aldığım her üç yabancı kökenli kitaptan ikisinin kötü çeviri çıktığını söylesem hiç abartmış olmam. Bu yüzden, çeviri kitap satın almaktan korkar oldum diyebilirim. Kitabı kimin çevirdiğine mutlaka bakıyorum ve güvenebileceğim bir çevirmen değilse kaçınıyorum.
Ve bence Türk halkının az kitap okumasının sorumluluğu büyük ölçüde, kötü çevirmenlerindir. Biraz abartılı bir iddia gibi gelen bu fikri şu şekilde savunmaya çalışayım dilerseniz: Dünyanın çok okuyan halkları kitap okuma zevkini dünyanın dört bir yanından gelen, birbirinden güzel edebiyat başyapıtlarını okuyarak edindi. Bunları okuyarak edebiyata vuruldular, ellerinden bırakamadan, gece gündüz okudukları romanlar sayesinde birer edebiyat hastası ve giderek birer kitap kurdu oldular. Fakat bizde, iyi çevrilmiş bir kitaba rastlamak piyango tutturmaktan farksız olduğundan, birkaç kez bu yüzden ağzı yanan ortalama Türk okuru Türk yazarlarıyla sınırlı kaldı ve edebiyat merakı da Türk edebiyatından öteye gidemedi. Örneğin, ülkemizde radyo, televizyon bulunmadığını ve klasik Batı müziğinin Mozart, Çaykovski gibi büyük ustaların yapıtlarını çalacak hiçbir orkestranın olmadığını, Türk orkestralarının ancak, örneğin Ahmet Adnan Saygun, İlhan Usmanbaş falan gibi, sadece Türk klasik Batı müziği bestecilerinin yapıtlarını çalabildiğini bir düşünün. Bu durumda, klasik Batı müziğine vurulmak mümkün olabilir mi?
Çevirmenlik genelde, yabancı dili çok iyi bilmekle özdeşleştirilir. Oysa, çevirmenlik becerisinin tümünü on basamaklı bir merdiven olarak düşünürsek bunun ilk üç basamağı yabancı dil, kalan yedi basamağıysa Türkçe yetişidir. Yani, yabancı dil bilmeden bu merdivene çıkılamayacağı kesindir elbette; fakat yolun asıl geri kalanı Türkçe yetisinden oluşur ki, bu durumda, çevirmenlik uğraşının ‘yabancı dili çok iyi bilmekle özdeşleştirilemeyeceği kesindir. Gayet iyi yahancı dil bilen binlerce kişi var ama bunların çoğunun, bir metni çevirmeye kalktıklarında, içeriği gayet iyi anlıyor olmalarına karşın bunu herkesin anlayabileceği bir dille ifade edemedikleri ve deyim yerindeyse “iki lafı bir araya getiremedikleri” görülür.
“Türkçe yetisi” kavramını da biraz irdelemekte yarar var. Bu, Türkçe dilbilgisi falan değil, Türkçeyi ortalama bir Türk aydınından daha iyi bilme ve kullanabilme becerisidir. Aynı şey, örneğin İngilizceden Türkçeye çeviri yapabilen bir kişinin Türkçeden Ingilizceye de çeviri yapabileceği varsayımının yanlışlığını gösterir; çünkü Türkçe’den ingilizce’ye çeviri yapacak bir insanın ingilizce’yi ortalama bir ingiliz aydınından daha iyi bilmesi ve kullanabilmesi gerekir ki, Türkçede çok yetkin olabilmesi için her şeyden önce bu ülkede uzun süre yaşamış birinin, yani bir Türk’ün bu düzeyde bir beceriye sahip olması çok zordur. Yurtdışında bu beceriyi kazanacak kadar uzun süre kalmış, çok iyi yabancı dil bilen Türklerinse Türkçesinin genelde yetersiz olduğu bilinen bir gerçektir.
Cümle çevrilmez; anlam ve söylem çevrilir. Yani yazar ne demek istemiş ve bunu nasıl söylemiş; çeviride yansıtılması gereken budur. ‘Nasıl söylemiş’ten kasıt, söylenen şey mesafeli bir dille ya da resmi bir söylemle yahut hukuk dili dediğimiz tarzda mı, günlük konuşma diliyle mi, yahut argoyla ya da düşük bir kültür düzeyini gösteren, “mahalle ağzı” dediğimiz bozuk bir dille mi, yoksa çocuk diliyle mi; neşeli mi, kızgın mı, samimi mi yoksa düşmanca yahut alaycı bir şekilde mi söylenmiş? Bunun yansıtılması gerekir.

ÇEVİRİDE DÖRT AŞAMA

Çeviride, en kötüden iyiye doğru giden dört aşama sayabiliriz.
İlk aşama: Çeviri doğru olmalıdır. Çevrilen metinde bir anlamsızlık varsa büyük olasılıkla yanlış çeviriden kaynaklanan bir durumdur bu. Çeviri yanlışları konusunda yazmaya kalkan biri bunlarla ciltler doldurabilir. Gerçek anlamı “boşver” olan “let it be”nin “bırak, olsun” diye çevrilmesine dek varan, üstelik ingiliz filolojisi mezunları tarafından yapılmış ne gülünç çeviri yanlışlarıyla karşılaştık bugüne dek. Aslında başka çevirmenlerin yaptığı hataları sergilemek hiç hoşuma giden bir tavır değil; ama bunlardan birini, konuya bir örnek olarak vermek istiyorum:
Cumhuriyet Kitap ekinde bir “Şiir Atlası” bölümü var. Bir gün orada Beat kuşağının önemli şairlerinden Ailen Ginsberg’in şiirlerini gördüm. Kimin tarafından çevrilmiş olduğunu şimdi hatırlamıyorum. Ama şiirlerden birinin sonunda “Kıçımı sürükleyip gideceğim bu dünyadan” diye bir dize vardı. Bu laflar o şiirde hiçbir anlama gelmiyordu; fakat biraz düşününce bunun, şiir çevirmeye yeltenen birinin yapmaması gereken bir çeviri hatası olduğunu fark ettim. Amerikan argosunda “drag your ass”, “siktir git” anlamına gelir. Çevirmen sözlüğe bakıp, ‘drag’ kelimesinin karşılığı olan sürüklemek ve “ass” kelimesinin karşılığı olan kıç sözcüklerini yazınca böyle bir anlamsızlık ortaya çıkmış. (Oysa Ginsberg “Siktir olup gideceğim bu dünyadan” demek istiyor.) Yukarıda değindiğim prensip uyarınca, çevirmen bu çok özel deyimi bilmiyorsa bile. ortaya çıkan ifadenin anlamsızlığını ya da bağlamla bir ilgisinin olmadığını görünce yanlış çeviri yaptığını fark etmeli ve doğrusunu araştırıp bulmalıydı.
İkinci aşama: Çevrilen metin anlaşılır olmalıdır. Eğer bir cümle anlaşılmıyorsa (çevirinin doğru yapıldığını düşünür ve yanlış çeviri diye bir olasılığı yok sayarsak) ya cümlenin kuruluşunda ya da sözcüklerin seçiminde yahut noktalama işaretleri konusunda bir hata yapılmıştır ve bu, kötü bir çeviridir. Çevirmen, orijinal cümleyi anladığı için, kurduğu Türkçe cümleyi de tabii ki anlamış ve bunu herkesin anlayabileceği yanılgısına kapılmış, tekrar okuyup üzerinde düşünmemiş, yani gereken özeni göstermemiştir.

ANLAŞILIR OLMA…

Üçüncü aşama: Çevrilen metin hemen anlaşılır olmalıdır. Bazı, gerek içeriğin karmaşıklığı gerekse cümlenin uzunluğu, yan cümlelerin çokluğu nedeniyle bir okuyuşta hemen anlaşılması mümkün olmayan cümleler olabilir elbette. Fakat ortalama bir okuyucu bunları da, bilemedin ikinci okuyuşta anla-yabilmelidir. Eğer anlayamıyorsa, cümle kuruluşunda, sözcüklerin seçiminde hata yapılmamış olsa bile, okuyucunun metni çabucak anlayabilmesini sağlamak için gereken ustalık gösterilmemiştir ve bu, iyi bir çeviri değildir. Yahut bazen de anlatım kasten zorlaş-tırılmıştır ki bunu daha ziyade, öz Türkçe kullanmaya meraklı çevirmenlerin yapıtlarında görüyoruz. Zaten içeriği zor, uzun cümle ve yan cümlelerden oluşan, karmaşık kavramlarla dolu bir metnin bir de gereksiz öz Türkçe kullanılarak çevrildiğini bir düşünün; böyle bir metni değil anlamak, başından sonuna dek okuyup bitirmek için bile Eyüp Sultan sabrı gerekir.
Çevirmen, kullandığı dil konusunda keyfi davranamaz. Çeviri metni, çevirmenin öz Türkçe sevgisini hayata geçireceği, yahut öz Türkçe kullanarak entelektüelliğini kanıtlayacağı yer değildir. Öz Türkçenin yaygınlaşması için çaba harcamak siyasi bir tavırdır ve dille ilgilenen kurumların işidir. Çevirmen, kendisine emanet edilen metni çevirirken, en çok kişinin bildiği ve çoğunluğun en çabuk anladığı sözcüğü kullanmakla yükümlüdür, içeriği zaten çok yüklü ve karmaşık, yani kendi dilinde bile zaten anlaşılması zor bir metnin çevirisinde aşırı bir öz Türkçe kullanmak, insanları gereksiz yere zorlamaktan ya da bu metnin hiç okunmamasına yol açmaktan başka bir işe yaramaz. Okumayan ve okumamak için bahaneler arayan bir halkın aydınları olarak hiç de sorumlu bir davranış değildir bu.
Dördüncü aşama: Okuyucu, okuduğu metinden zevk almalıdır. Bundan, metnin içeriğinin okuyucuya zevk vermesini kastetmiyorum elbette. Bu konuda çevirmen olarak bizim yapabileceğimiz pek fazla bir şey yok. Bundan kasıt, okuyucunun metinden dil yönünden zevk almasıdır. Bunun için gereken, her şeyden önce, kullanılan dilin okuyucuyu rahatsız etmemesini yahut okuyucunun kulağına ters gelmemesini sağlamak, yani dilsel estetik bozukluklarını önlemektir.
İnsanlar bir metni okurken kafalarında bunu sesli olarak okuyan bir iç sesi dinlerler ve sesli olarak okunan bir metinde dinleyicilerin kulağını rahatsız eden her şey okuyucunun da kulağını rahatsız eder. (Bence bu hiç keyfe keder diye geçiştirilecek bir şey olmadığı gibi, bunu dert edinmek de lüks değildir. Okur sayısının utanılacak kadar az olduğu bir ülkede bir şeyler okumaya yeltenen insanları rahatsız edecek her şeyin karşısında durmak gerekir.)

DİLSEL ESTETİK

Bu tür rahatsız edici durumların en başta geleni, sesli bir harfle biten bir sözcüğün ardından yine sesli harfle başlayan bir sözcüğün gelmesidir ve bundan mümkün olduğunca kaçınmak gerekir. Türkçeden daha gelişmiş dillerde böyle bir arızaya hemen hiç rastlanmadığına, hatta Ingilizcede bu kuralın gereğini yerine getirmek için (“A apple” yerine “An apple” denmesi gibi) dilin bile değiştirildiğine tanık oluyoruz. Aynı şekilde, kendi dilimizin kullanıla kullanıla köşeleri denizdeki çakıl taşları gibi yuvarlanmış ata-sözlerine bakarsak orada da bu kural yürürlüktedir: “Sakla samanı, gelir zamanı”, “Ak akçe kara gün içindir” gibi örneklerde bu kuralın hiç çiğnenmediğini görürüz; insanların kulağına ters gelen bir atasözü yaşayamaz, tekrarlanmaz ve kaybolur gider çünkü.
Bu düşsel estetiği sağlamak için elimizden geleni yapmak, bu kurala ters düşmeyen sözcükler seçmek (örneğin “olanaklı olan”ı değil “mümkün olan”ı, “ama o”yu değil “fakat o”yu kullanmak, hele tavuk gıdaklamasına benzeyen “ama o adam”ı kesinlikle kullanmamak) gerekir.
Dilimizi hiç bilmeyen kişilerden, Türkçenin onların kulağına kaba ya da çirkin geldiğini duydum; öte yandan da yine yabancıların Nâzım Hikmet’in şiirlerini çok müzikal bulduğuna ve tek kelimesini anlamadıkları halde, dinlemekten hoşlandıklarına tanık oldum. Nâzım Hikmet’in şiirlerindeki müzikal etkiyi yaratan birincil neden, Nâzım’ın bu kurala çok dikkat etmesidir. “İşte dağlar, hem de mavi, hem de serin / İşte sabah seyranı tilkilerin” dizelerine bu kurala ters gelen tek bir hece koysanız müzikallik yok olur. (Ama günümüzün şairleri ne yazık ki buna hiç dikkat etmiyor; üstelik, “suyla” denmesi gereken yerde “su ile” gibi bir garabetin kullanıldığına, yani hem dilsel estetiğin hem de ‘ulama’ kuralının çiğnendiğine bile tanık oluyoruz.)
Sessiz harfle biten bir sözcüğün ardından yine sessiz harfle başlayan bir sözcüğün gelmesi, bunun kadar olmasa da yine kulağı rahatsız eder ki bunun bazen çok çirkin örnekleri vardır (“Tek geçim”, “Hiç canı”, “Tok gözlü” vb).
Bunun yanı sıra, edebiyat metinlerinde cümlelerin (örneğin “…yordu” ya da “…misti” gibi) hep aynı yüklem ekiyle sonlandırıl-mamasına, edebiyat dışı metinlerde de (hep “…dır” ya da “…dir”le biten formel anlatımlarda) iki düzgün cümlenin ardından bir devrik cümle kurarak, monoton metne biraz hareket getirmeye çalışmak gerekir.
Ve yine, bu bağlamda da gereksiz öz Türkçe kullanımından kaçınmak gerektiğini söylemek istiyorum. Çünkü okuyucunun sözel belleğinde çok iyi yer etmemiş sözcükler, ancak bunların anlamının düşünülüp, daha çok bilinen sözcüklere beyinde çevrilmesiyle tam yerini bulur ve bu da metnin anlaşılmasını ve kavranmasını yavaşlatır. Örneğin acemi bir piyanist bir müziğin notalarını düşüne düşüne çalıyorsa bunu dinleyen birisi bu çalınan müziğin, diyelim ki Beethoven’in Für Elize’si olduğunu çıkarabilir; ama bundan, normal hızında çalınan bir Für Elize kadar zevk alması söz konusu değildir.
İyi çevirmenlik için Türkçe’yi “doğru kullanmak” yetmez; “iyi kullanmak” gerekir ki, bu ikisi tam aynı şey değildir. Düşünün ki bir şoför arabayı doğru kullanıyor ama, hız yapması gereken yerde yapmıyor, ustaca sıyrılıp geçmesi gereken bir yerden geçemeyip trafiğin duraklamasına yol açıyor. Öte yandan, iyi şoföre benzeyen iyi çevirmense dilinin esnekliği ve kıvraklığıyla metinde gereken akıcılığı sağlar. Usta bir şoförün kullandığı bir arabayla yolculuk yaparken arabayı ve sürücüsünü unutup çevrenin doğal güzelliğini duyumsa-yabilir, kitap bağlamındaysa, okuduğunuzdan zevk alabilirsiniz. Fakat ustalıktan uzak bir şoförün kullandığı, tekeri boyuna çukurlara giren bir arabayla giderken dikkatiniz araca ve sürücüsüne yönelir, bu yüzden çevreyi zevkle seyredemez, yani kitap bağlamında da, dikkatiniz aslında bir araç olan dile yöneleceğinden, kitaptan zevk alamazsınız.
İyi çevirmen, yazarla okuru baş başa bırakıp aradan yok olmalı, hiç fark edilmemelidir. Eğer çevirmen fark ediliyorsa bunun iki türlü nedeni vardır: Ya okuyucu, doğru dürüst anlaşılmayan, isabetsiz seçilmiş sözcüklerle dolu, yahut kötü Türkçe ya da kulağı rahatsız eden bir dil yüzünden, taşı bol bir pilav yemiş ya da çukuru bol bir yola girmiş hissine kapılarak “Kim çevirmiş ulan bunu?” deyip kitabın kapağına bakar; ya da çevirmen Türkçe metne kendinden, okuyucuyu yadırgatacak kadar çok şey katmıştır. Örneğin Can Yücel’in yaptığı çevirilerde Shakespeare’in ağzından “Kötüler Yemen’e kadı olmuşsa” sözcüğünün çıkması gibi bir garabede karşılaşıldığında bu, Can Yücel’in okuyucuyla Shakespeare’in arasına girmesinden ve hem Shakespeare’e hem de okuyucu haklarına tecavüzden başka bir şey değildir, iyi çevirmeninse varlığı hiç hissedilmez. Bunu içine sindiremeyen, yani mutfaktan hiç çıkmamayı kabullenemeyenler çeviriyi bırakıp kendi kitaplarını yazmayı denemelidir.

‘ANLAM EŞLEŞTİRMESİ’

Bunu derken, Nurullah Ataç’ın ‘anlam eşleştirmesi’ görüşüne, yani “bu yazar Türk olsaydı bunu nasıl söylerdi” diye düşünmek gerektiğine yürekten katılıyorum. Ama bunu yaparken, yabancı bir yazarın ağzında yadırganacak (örneğin “gidinin hayırdan” gibi) söylemlerden kaçınmak gerekir. Aksi takdirde yine burada da çevirmen kendi sözel tercihiyle, okurla yazarın arasına girmiş olacaktır.
Çeviride kimi zaman dili özellikle bozmak gerekebilir; dili düzgün kullanması beklenmeyen cahil insanların, çocukların, psikolojik şok geçirmiş kişilerin ağzından düzgün bir Türkçe çıkmasının, çevirmen ustalığından yoksun olmaktan başka bir açıklaması yoktur.
iyi bir çevirmen, “Bu durumda bizde ne elenir?” sorusunu sormalıdır hep kendine. Örneğin yabancı bir romanda, dükkâna giren bir müşteriye tezgâhtar “How can I help you?” diyor. Bunun mota mot çevirisi “Size nasıl yardımcı olabilirim?” dir; ama bizim ülkemizde, sıradan bir dükkânın sorumlusu müşteriyi hiçbir zaman böyle bir hitapla karşılamaz. Bu durumda genellikle söylenen, “Buyurun” ya da “Buyurun efendim”dir. (Nişantaşı gibi yerlerdeki lüks mağazaların züppe tezgâhtarları hariç; kaldı ki onlar da Amerikan filmlerinin kötü çevrilmiş altyazı ya da dublajlarından kapmıştır bu lafı.) “Good morning” deyişini nasıl, “iyi sabahlar” olarak değil de, bizim dilimizde bu durumda söylenen “Günaydın” diye çevirmek zorundaysak, “How can I help you”yu da “Buyurun efendim” diye çevirmek zorundayız. “Dozens of people” deyişinin sözlük karşılığı da “Düzinelerce kişi” olabilir. Ama bunun dilimizdeki tam karşılığı “Onlarca kişi”dir. Okuyucuların önüne “çeviri kokan” yapıdar koymamak için, Türkçe metin belli zaman aralıklarıyla tekrar tekrar okunmalı ve her seferinde, “Bu durumda bizde ne denir?” sorusunun karşılığı aranarak bu tür tuhaflıklar düzeltilmelidir.
Çeviri yaparken kullandığımız şey, kişisel olarak biriktiregeldiğimiz kültürdür. Çevirmen, en azından çevirdiği konuda kültür sahibi ve o konuya vâkıf olmalıdır. Örneğin felsefi bir pasajı çeviren, ama konuya vâkıf olmayan çevirmenin yaptığı şey, karanlıkta resim yap maya benzer.
Aynı metnin farklı çevirmenlerce yapılan çevirilerinde çok farklılık olabilir mi? Aslında böyle bir durumda iki metin arasındaki fark ancak, bir konçertonun I Musici yerine Leip-zig Gewandthaus orkestrası tarafından çalınması kadar olmalıdır. Ama gerçeğin böyle olmadığı, farklı kişiler tarafından, hem de yakın zamanlarda yapılan çevirilerde büyük farklar olduğu görülüyor ve bunun da, yanlış çeviri ya da konuya vâkıf olamamaktan kaynaklanan niteliksiz çeviriden başka bir açıklaması yoktur.
Şiir çevrilir mi? Edebiyat çevrelerinde çok tartışılmış ve hâlâ tartışılan bir konudur bu. Bir söz dizme sanatı olan şiirde, anlam ve söylemden öte bir de sözel armoni vardır ki, şiirin, yaratıldığı dilde taşıdığı armoninin başka bir dilde aynen kurulmasının çok zor olduğu kesindir ve başka bir dile çevrilen şiirin sikliğinden, daha doğrusu “o şiir”liğinden bir şeyler yitirmeyeceğini söylemek olanaksızdır. Fakat öte yandan, bugüne dek taa Latin ozanı Vergilius ‘tan Japon haikulanna kadar, çevrilmiş ve insanlığın ortak kültür mirasına katılmış binlerce şiir varken, bunların aslında çevrilemediğini savunmak da mümkün değildir.
Her kitap ya da her metin Türkçeye çevrilemeyebilir. Örneğin bizim halkımızın yabancısı olduğu Hıristiyan dinsel temalarının ya da bunlara dayalı göndermelerin çok yoğun olduğu edebiyat yapıdarının çevrilmesiyle çıkan ürünlerin okuyucu tarafından yeterince kav – ranamaması, sonuç olarak da beğenilmemesi kuvvede muhtemeldir. Yahut rugby, beysbol gibi, bizim hiç bilmediğimiz oyunlara dayalı edebiyat yapıtlarını da çevirmek tatsızdır; çünkü nasıl bizde Avrupa futbolundan kaynaklanan bir alt kültür ve bunlara dayalı (of-sayta düşmek, doksandan girmek, ters köşeye yatırmak gibi) deyimler varsa Amerikan toplumunda da bunun eşdeğeri bir alt kültür ve deyimler vardır ve bunların yoğun olduğu bir edebiyat metnini layıkıyla çevirmek (yani kullanılan deyimlerin anlam, ima ve çağrışım yönünden eşdeğerini bulmak) çok zor olduğu gibi, sonuç ürünün okuyucuyu sarması da pek olası değildir.
Tersinden bakarsak bu durumu daha net görebiliriz. Örneğin ‘pehlivan tefrikası’ denen türden öykülerin yabana dile çevrilmesi durumunda bunu okuyan yabancıların bundan zevk yahut heyecan duyacağını ya da Tansu Çiller’in yaptığı yolsuzlukları anlatan bir kitabın yabancılarda bizdeki kadar ilgi uyandıracağını düşünebilir miyiz? Öte yandan, Orhan Kemal gibi, bizim edebiyatımızın bir devi neden yabancı dillere çevrilmiyor? Çünkü bizim Orhan Kemal’de hayran kaldığımız şey, onun halkımızı çok iyi gözlemlemiş olması, halktan kişilerin tavırlarını, şivelerini, düşünme tarzlarını, “turnayı gözünden vurmuş” dedirtecek kadar ustaca betimlemesi ve bunların da o kişilerin bizim kafamızdaki imgesine çok güzel bir şekilde denk düşmesidir. Yani Orhan Kemal bizim için çok büyük bir romancıdır ama, tüm dünyaya hitap edebilecek bir evrensellikten yoksundur.
Öte yandan, Türkçeye çevrilecek bir kitabın da tümü çevrilemeyebilir. Örneğin yabancı bir dildeki sözcüklerin bizzat kendisiyle ilgili düşünceler ya da sözcüklerin benzerlik ve çağrışımlarına dayalı düşünce yahut espriler çevrilemez; çünkü bu sözcüklerin dilimizdeki karşılığının da aynı yapıyı, benzerliği ya da çağrışımı göstermesi hemen hemen olanaksızdır ve bu durumda bu pasajların çevrilmeyip atlanması daha doğrudur. Özellikle, bir edebiyat metninde bunların ille de çevrilmesinde ısrar edilirse, Türkçe metinde ortaya çıkan anlamsızlığı bir dipnoda açıklamak gerekecek ve “yazarın burada kullandığı sözcük ‘…’dır; bu da’…’ anlamına gelen ‘…’ sözcüğüyle çağrışım yapmakta ve…” falan gibi, bir edebiyat metnine hiç uygun olmayan, okuyucuya hiçbir şey vermediği gibi, onun yapıta konsantrasyonunu bozmaktan başka bir işe yaramayan gereksiz lafların araya girmesine yol açacaktır. Bir tiyatroya gittiğinizi, oyunun çevirmeninin de dinleyiciler arasında oturduğunu ve zaman zaman sahneye çıkıp oyunu durdurarak “Bir dakika; yazar aslında burada şöyle demiş ama, ben burada mecburen şöyle demek zorunda kaldım. Evet, buyurun oyuna devam edin” deyip yerine oturduğunu bir düşünün. ..
Çeviri yapmak zor bir iştir ve bu zorluk hem nitel hem de nicel anlamdadır. Nitel anlamda, daha önce söz ettiğimiz dört aşamanın yahut on basamağın en üstüne dek tırmanmak, titizce ve nitelikli bir beyinsel çaba gerektirir. Nicel yönden ise, aylar boyu her gün belli bir miktar sayfanın çevrilmesi, düzeltilmesi çok disiplin gerektiren, uzun süreli, maraton gibi zorlu bir uğraştır ve bu konuda yeterli heyecan duymayan kişilere bıktırıcı gelebilir.
Çeviri yapmanın zorluğundan söz edince hemen akla, buna bir de Türkçenin eklediği zorluklar geliyor elbette. Bu zorluklardan ilki, Türkçenin sözcük sayısının Batı dillerinin yaklaşık üçte biri kadar olmasıdır. (Benim kanımca bunun nedenlerinden birincisi, Türkçenin göçebelikten yerleşikliğe Batılılardan daha geç geçmiş bir halkın dili olmasıdır. Dar bir insan çevresinde yaşayan ve hepsi hemen hemen aynı şeylerle karşılaşan bireylerden oluşan göçebelerin dilinde, farklı şeyleri ifade etme, yani yeni sözcükler türetme gereksinimi, yerleşik toplumlara göre daha seyrek ortaya çıkar. İkinci nedense Türkçenin Batı dillerine göre daha az yazılmış olmasıdır. Türkçede yazılı edebiyat geleneği Batı’ya göre çok yenidir.) Sözcük sayısının az olması, ifade olanağının kıt olması demektir ve Batı dillerinden Türkçeye çeviri yapanlar o dillerde ifade edilen şeyleri Türkçeye “sığdırmak” zorundadır.

UZUN CÜMLELER…

İkinci zorluksa, Türkçenin Hindo-Cermen dillerinden olmamasından kaynaklanır. Batı dillerinde kurulan cümlelerin ifade sırası “özne-yüklem-nesne-yan cümleler”, Türkçeninkiyse “özne-yan cümleler-nesne-yüklem” şeklindedir. Bu durumda, batı dillerindeki ifade sırasını tersine çevirme gereğinin yanı sıra başka bir sorun daha belirir: Batı dillerinde yan cümleler en sondadır, yani cümlenin tamamlanmış anlamını geliştiren öğeler halindedir ve bu yüzden, cümle ne kadar uzun olsa da okuyucunun kafasında bir anlam boşluğu yaratmaz. Ama Türkçede yan cümleler özneyle yüklemin arasına girdiğinden, cümle uzadıkça, anlamı tamamlayan iki ana öğenin arasında bir kopukluk oluşur ve çok uzun cümlelerde okuyucu bazen özneyi unutup cümlenin başına dönmek zorunda kalabilir. Bu yüzden, Türkçemiz uzun cümlelere pek elverişli değildir. Aşırı derecede uzun cümleleri, okuyucuyu zorlamamak adına, uygun bir yerinden bölmek gerekir.
Benim kanımca, hemen hemen her çevirmene sorulmuş bir soru vardır: “Kendi kitabını ne zaman yazacaksın?”… Diğer çevirmenler adına konuşamam ama bence çevirmenlik, yazarlığın hazırlık sınıfı, yazarlığa bir adama taşı ya da yazarlığın sulandırılmış hali falan değil, yazarlıktan bağımsız, ayrı ve kendi başına bir uğraştır.
Ama bu sorunun altında gizlenmiş ima, asıl önemli olanın çevirmenlik değil yazarlık olduğu, dolayısıyla da, yazarlığın çevirmenlikten daha zor olduğudur ki, bu yargıyı tartışmakta yarar var. Yazarlığın (örneğin bir roman yazmanın) zorluğuyla çevirmenliğin (yani o romanı çevirmenin) zorluğu birbiriyle aynı türden değildir ve kıyaslanamaz. Yazarlığın zorluğu kelimenin gerçek anlamıyla bir zorluk değildir. Bir romanı kurgulamak, olmamış, tanık olunmamış bir olayı zihinde kurarak bunu sanatsal, estetik bir nesne haline getirebilmek bir yaratıcılıktır. Yapabilen için belki nefes almak kadar kolay olabilen bu edim, yapamayan içinse yapılması tamamen olanaksız bir şeydir. Yani çevirmenliğin zorluğu, zorluk sözcüğünün birincil anlamı olan “başarılması güç”e tam uyan, tırmanması güç bir yokuşun, yazarlığın ‘zorluğu’ dediğimiz şeyse, bu sözcüğün asıl anlamından ziyade, ‘yapılabilirle ‘yapılamaz’ arasındaki aşılmaz uçurumun karşılığıdır.
Yazarlık bu anlamda ‘zor’dur. Fakat öte yandan yazar kendi sözünü, kendi içinden geldiği gibi, kendi dilediği şekilde söyler ve bu, yazar için görece bir özgürlüktür. Çevirmense, başka birinin sözünü, üstelik onun söylediği şekilde, ama sanki kendisi söylüyormuş gibi söylemek zorundadır ve salt bu yönden bakılırsa, çevirmenlik yazarlıktan zordur. Yazar’ bir mimara, çevirmense o mimarın sanatsal eseri olan mimari projeyi uygulayan inşaat mühendisine benzetilebilir. Zaten çevirmenlik, yabancı dildeki bir yaratıya en uygun ‘yapıyı kurmaya’ dayalı bir dil mühendisliğidir ve bu benzetme, “Çevirmen sanatçı mıdır?” sorusunu da yanıtlamaya yarayabilecek bir örnektir. Çevirmenler için en doğru niteleme “sanatçı” değil, mühendis kavramını da kapsayan, daha genel bir “teknisyen” nitelemesi-dir.
Çevirinin yalnızca teknik yönleriyle sınırlı kaldığım bu denemede çevirinin hep zorluklarından söz ettim. Ama çeviri yapan ve bundan heyecan duyan kişiler içinse çevirmenlik dünyanın en zevkli işidir. Su olup, akıp gidiyormuşsunuz gibi bir duygu verir insana ve karşılaşılan güçlükler de, bir akarsuyun, üstünden aktığı taşlardan öte bir şey değildir?

3 Comments

  1. Süha Sertabiboğlu’nun yazısının, çeviri teorisinin geldiği yer dahilinde, çeviri bilimin çeşitli soru ve sorunlarını yansıtmaktan uzak olduğunu belirtmek gerektiğini düşünüyorum. İlk olarak kaynak dil ve erek dil bilgisinin yeterli görülmesi (çeviri sürecinin basamakları olarak) teoriyi ve eğitimi bir kenara atmak anlamına gelir ki bu çeviri eğitimi alan insanlara haksızlık olur. En önemlisi ise yazıda geçen metin, anlam, yazar, çevirmen vs. gibi kavramların mutlak tanımlamaları varmış gibi, bu kavramlar yapısalcılık sonrası akımlar tarafından hiç sarsılmamış gibi yansıtılması, çevirinin belli kalıplara sokulmaya çalışılmasıdır. Bu tarz açılımı olmayan görüşlerin “doğruluk” iddasıyla ortaya atılmasının ve “tezler” başlığı altında yayınlanmasının çeviribilime açıkça zarar verdiği kanaatindeyim. Çeviri konusunda bir bilinç yaratmanın yolu bu tarz yaklaşımlardan ziyade günümüz çeviri kuramlarının ve uygulamalarının tartışmaya açılarak anlamlandırılmaya çalışılmasıdır. .

  2. çeviribilimi eğitimi alan ve kuramlarla uğraşan biri olarak bu yazıyı sadece bir yorum olarak kabul edebiliyorum. Sevgili Selin hanımın dediği gibi çeviriyi önceki yüzyıllardaki gibi kuralcı bir yaklaşım ile belli kalıplar üzerine ya da kıstaslar üzerine oturtmaya çalışmak, sadece çeviribilimine zarar verir, bunun yerine daha özgür bir şekilde temel kuramları anlamak ve anlamlandırmak daha önemlidir. saygılarımla

  3. Süha Sertabiboğlu’nun Çeviri ve Çevirmenlik Üzerine Tezler başlıklı yazısı, konu olarak çok değerli bilgiler içeriyor. Kendisine katkılarından dolayı teşekkür ediyorum. Ancak çeviri konusunda kendisinin de abartılı bulduğu cümlelerden kaçınması gerekir. Örneğin “Ben kötü çevirilerden illallah demiş bir okurum ve satın aldığım her üç yabancı kökenli kitaptan ikisinin kötü çeviri çıktığını söylesem hiç abartmış olmam.” “Ve bence Türk halkının az kitap okumasının sorumluluğu büyük ölçüde, kötü çevirmenlerindir. Biraz abartılı bir iddia gibi gelen bu fikri şu şekilde savunmaya çalışayım dilerseniz: Dünyanın çok okuyan halkları kitap okuma zevkini dünyanın dört bir yanından gelen, birbirinden güzel edebiyat başyapıtlarını okuyarak edindi.” Bu cümlelerde zamanını çeviriye ayırmış samimi duygularla bu işi iyi yapmaya çalışan insanların emekleri bir çırpıda silinmiş gibi. Bu da bizim eleştiri yapmada vur deyince öldürme gibi bir alışkanlığımızdan geliyor olsa gerek. Böyle iddialı sözler eden bir kişi yazısında “…başından sonuna dek okuyup bitirmek için bile Eyüp Sultan sabrı gerekir.” cümlesinde herhalde peygamber olan Hz. Eyüp’ü kastetmiş olsa gerek. Zira Eyüp Sultan İstanbul’da bir semte adı verilen kişidir. Hz. Peygamberin İstanbul’un fethine ait Hadis-i Şerîfi’ndeki buyruğunu yerine getirmek için, Araplar tarafından yedi kere muhâsara edilen şehre yapılan ikinci sefer Süfyan Bin Avf’ın kumandasındaki Arap ordusuna Hz. Halid Ebâ Eyyûbü’l-Ensârî Hazretleri de katılmış, bu kuşatma sırasında da şehit düşmüştü. İşte bu örnekte olduğu gibi kişi bazen hata etmektedir. Özetle hatasız kul olmaz. Beşer olan her zaman şaşabilir. İçinde on binlerce kelime olan bir kitabı on-on beş çeviri hatası yüzünden karalamamak gerekir diye düşünüyorum. Süha Sertabiboğlu’na tekrar şükranlarımı arz ediyorum.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir