Bodrum’da Bir Rus Yazar: Andrey Matveyev

Posted by on Şubat 24, 2010 in Rusyadan

zdomski_700_matveev

Андрей МАТВЕЕВ ile söyleşen Hanife Çaylak

Hanife Çaylak: Türk okurunun henüz tanışma imkanı bulamadığı bir yazarsınız. Biraz kendinizden bahsedebilir misiniz? Biraz detaylı olursa seviniriz.

Andrey Matveyev: Sverdlovsk’ta doğdum, şimdi adı Yekaterinburg olan böyle bir şehir  var. Nerededir ve nesiyle  meşhurdur  diye soracak olursanız.. Batılı ve Doğulu arkadaşlara açıklamam icap ettiğinde, söze Ural Dağları var diye başlamak anlamsız geldiği için uzun zaman önce şöyle bir söylem geliştirdim: Avrupa’nın bittiği, Asya’nın başladığı yer. Bir de son Rus çarının şehrimizde öldürüldüğünü ve öldürüldüğü evin Sverdlov Bölgesi baş komününistince ortadan kaldırıldığını söyleyeyim. Bu şehirden neden ayrılmadığımı bilmiyorum, kader sanırım.

Hikayenin 1977’de gazetecilik bölümünden mezun olduğum üniversite yıllarından günümüze kadarki geri kalan kısmıysa kimsenin ilgisini çekmeyeceğini düşündüğüm ve yazarlık yaşamı sayılamayacak bir hayat sürecinden ibaret. Aslında hikayelerimi, uzun öykülerimi mezun olduğum yıl yayınlayabilirdim ancak devir Sovyet Devriydi, o zamanların en iyi rock grubu Nautilus Pompilius’un lideri, sevgili dostum Slava Butusov’un da daha sonra bir şarkısında söylediği üzere “bambaşka bir zaman”dı. Sözün özü, zamanın değişmeye başladığı 1988 yılından itibaren düzenli denilebilecek bir şekilde yazdıklarımı yayınlatmaya başladım. Ticari anlamda büyük başarı elde ettiğimi söyleyemem, ama hiçbir zaman da deli gibi okunan bir yazar olma eğilimim olmadı zaten benim, sadece o an yapmak istediğini hayata geçirmeyi seven biriyim. 90’lı yılların başında  o zamanlar bağımsız bir ödül olmayan, bir şekilde İngilizlerle bağlantılı olan “Booker Ödülü”ne iki kez aday gösterdiler, sonra bu ödül öncesinde oluşturulan aday listesinde yer almadım. Bunun için bir gerekçe vardı: eleştiri ve edebiyatbilim açısından romanlarım format dışıydı, niye böyle addedildiklerini de açıklamam güç. Bu neslin edebiyatçılarına, tamlamanın yaygınca kullanıldığı anlamın dışında olmakla baraber “yitik nesil” nazarıyla bakıyorum. Sansürün ortadan kalkması ve pazardaki ekonomik dalgalanmalara rağmen özgürce yayın hakkı verilmesiyle birlikte 60 kuşağı ve bu kuşaktan biraz genççe olanlarla hesabı olan benim kuşağım büyük bir boşluğa düştü. Rus entelijensiyasının belirli bir kesiminin kült ismi, rahmetli şair ve yayıncı İlya Kormiltsev’in zamanında bir kitap fuarında dediği gibi: “Şimdi huzurlarınıza Rus edebiyatının bilinmeyen yazarlarını çıkarıyoruz”. Bir zaman benimde yayıncımdı, benim kitaplarım da “resmi kişiler”in tarumar ettiği “Ultra-Kultura” Yayınevi’nden çıkmıştı.

zona neudacnayaÇaylak: Rus edebiyatında kendinizi  nereye konumluyorsunuz?

Matveyev: Yayınlanıp okuyucusuyla buluşmuş on kadar romanım var, her ne kadar bunlardan ikisi kadın takma ismiyle yazılmışsa da, onları da sayma hakkını görüyorum kendimde. Hayatım boyunca kendimi zamanının en ünlü Sovyet filminin kahramanının konumunda gördüm: “yabancılar arasında hemşeri, hemşerilerinin arasında yabancı”, bunu da utanılacak birşey olarak görmüyorum. Yaşamımda yazarlardan ziyade hep rock sanatçılarıyla arkadaşlık etmeyi tercih ettim, hala da ediyorum, müzisyen arkadaşlarla paylaşabileceğim çok fazla birşey yok, gitar çalmayı da bilmiyorum. Çağdaş Rus edebiyatına gelince.. Birçok yazarın edebiyatı para kazanma aracı ve şöhretperestliklerinin tatmini için bir vesileye çevirmelerini hiç tasvip etmiyorum. Bir yazarın her yıl bir, kimi zaman da iki kez roman yayınlamasını ve buna rağmen en azından kendine karşı nasıl dürüst  olabileceğini aklım almıyor. Beni kim nereye konumluyor,  ilk ona mı, sondan ikicinciye mi düşüncesi almıyor beni, önemli olan senin tarafından oluşturulan dünyanın okura uzun süredir hevesle girmek istediği ve bu kitap olmaksızın aralayamayacağı bir kapıyı açması. İş, yazarın bazı soruları cevaplamasında değil, soruları kendine soruyor fakat işte bu sorular kişisel olarak sadece yazarı bağlamıyorsa, ortaya başka bir boyutun aralandığı büyük bir güç çıkıyor. Tabii bunu yaparken yazar olarak uygun tonlamayı yakalabilirsen. Yapabilirsen..

Çaylak: “Hayaletlerle Yaşam” romanınızın en azından bütün hikayenin Türkiye’de geçmesi nedeniyle Türk okurunun ilgisine mazhar olacağı aşikar. Öte yandan bu kitap “gezi yazıları” ya da “bir dinlenenin notları” da değil. Bodrum peyzajında, varoluşsal, metafiziksel değilse de biraz mistik bir roman. Böyle bir roman yazma fikri nasıl oluştu?

Matveyev: Bunu yapmamın sadece bir sebebi vardı: durumu, bazı mekanların insana kendi iyi taraflarını gösterebilmesi şeklinde açıklamak mümkün. Özelikle Ege Denzi kıyıları bir şekilde beni hummalı bir sevince boğuyor, adrenalinin birkaç seviye yükselmesine neden oluyor Bu, işin duygusal yanı başka sebepler de var elbet. Bunun arkasındaki özel sebeplerden bahsetmeyeceğim, romanın başlangıçta Müsgebi Hali olan adı son tahlilde boşuna Hayaletlerle Yaşam adını almadı. Bu kitap, benim için ana kahramanın kendindeki metafiziksel buluşların denemesi, ruhani arayış çabası. Türkiye de Rusya gibi aynı anda Asya ve Avrupa’da bulunuyor,  eski tarihi yükü sırtından atmaya çalıştığı gibi geçmişinin şanıyla övünüyor , Rusya’nın da yapmaya çalıştığı gibi modern dünyanın bir parçası olmaya çalışıyor. Fakat zihniyet ve tablodaki başkalık, son tahlildeki mutlak farklılık, hatta hayata geleneksel bakıştaki zıtlık, iki ülkeyi medeniyete giden yolda farklı kılıyor. Genel olarak durum bu. Benim için önemli olan kahramanı alıp, bambaşka şartların olduğu bir yere yerleştirmek ve özellikle bu Küçük Asya tepelerinin fonunda kendi iç cehenneminin, değilse bile arafının çemberinin etrafında dolaşarak kendisini ve etrafındaki dünyayı anlamasına olanak sağlamaktı. Romanın özü bu mu bilmiyorum, bu kitap benim için çok boyutlu, umarım okur için de öyle olur. Romanın konusu yine  Bodrum’da aklıma geldi, bir de bu, Bodrum yarımadasındaki Ortakent’in aynı noktasında konusu bana halüsinasyonlar yoluyla gelen ikinci kitap. Sadece ilki (Uçan Hollandalı romanım) yaprakları dökülmeye başlayan bir eylül ağacının gölgesindeki bir rüya ile, ikincisiyse kıyıya doğru yüzerken aniden rüzgarın dinip, bir an zamanın durduğu hissine kapıldığım, insanın hayatının sonuna dek hatırlamak isteyeceği bir lahzada geldi.

bodrum-matveyevÇaylak: Peki neden ille de Bodrum?

Matveyev: Galiba Bodrum benim için mutluluk metaforu. Kısaca söylemek gerekirse, imkanım olsa sürekli yaşamak isteyeceğim bir yer.. İlçenin merkezinde değil de Gümüşlük ya da ne bileyim Ortakent’te yaşanabilirdi, kimbilir belki yazılanları gerçek hayatta da yaşama imkanı bulurdum o zaman. Dünya bunca büyükken beşinci kez aynı yere gitmenin elbet bir anlamı olsa gerek. İnanır mısınız, 2002 yılına, ta ki kızımla Bodrum’a  Antalya üzerinden geçene kadar Türkiye’ye gitmeyi hiç istememiştim. O zamanlar Ruslar Ege Denizi’nde böyle bir yer olduğunu henüz keşfetmemişti, sanırım bunda da bir hayır vardı. Neyse, tüm geceyi otobüste geçirerek beyaz şehre sabah yedi gibi vardık. Kızım bavulun üzerinde otururken ben Ortakent’e nasıl ulaşabileceğimizi anlamaya çalışıyordum, birden daha sonra Bodrum’a her gelişimde hissettiğim garip bir hisse kapıldım: evime gelmiş gibiydim.

Çaylak: Romandaki karakterlerin hepsi Rus değil, Türkler de var, öte yandan romantik bir tarafı da var bu romanın.. Türk mantualitesiyle ne ölçüde tanışıksınız? Romandaki Rus ve Türk kahramanlar neden vuslata eremedi?

Matveyev: Mutlu bir aşk fikri çok cazip geldi başlarda ama o zaman da roman inandırıcılıktan uzaklaşırdı. İtiraf edeyim, nedense bilhassa Bodrum’da kahramanı aşık olmaktan alıkoyamadığım çok sayıda güzel Türke rastladım. Romanda da yaşamda olduğu gibi herşey çok basit ilerlemiyor. Bir Rus kahramanın adı da Marina, yine denizle ilişkili. Marina- Deniz sahile yığılan dalgaların ritmi.. Rica ettiğimde tavsiyeler veren bir Türk arkadaşım olmasına karşın Türk zihniyetini her dışardan gelenin içerden değil de dışardan gözlemleyebildiği kadar  bilebiliyorum.

Çaylak: Romanda Kanuni Sultan Süleyman’dan, Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya kadar çok sayıda tarihi kişiliğe rastlamak mümkün. Tarihi gerçekleri tahrif etmediğinizden ya da bir yazar olarak kibar bir şekilde olsa bile biraz ehl-i keyf davranmadığınızdan emin misiniz? Kısacası neden bu kişileri ekleme gereği duydunuz?

Matveyev: Her ne kadar romanın konusu sahilde bir rüya ile gelmiş olsa da, romanın konusu kafamda Bodrum Kalesi’ni ziyaretlerimden birinde oluştu, çok sevdiğim bir yer, her gittiğimde uğruyorum. Bu yüzden kalenin inşa edilmesinden, şövalyelerce Kanuni’ye verilişine kadarki tarihi, kitabın paralel konusu olması sebebiyle son derece önemli. Romanın, aynı zamanda Bodrum Kalesi’nin duvar yazısı olan  epigrafı kitabın konusunu da büyük ölçüde açıklıyor : “Efendimiz uyurken bizi koru, uyanıkken kurtar. Senin koruman olmadıkça bizi kimse koruyamaz.” Bazı tarihi gerçekleri doğru bir biçimde aktarmaya çalıştım. Kanuni Sultan Süleyman’la ilgili iki bölümü de tarihsel anlamda mümkün olduğunca doğru, değilse bile gerçeğe uygun bir biçimde oluşturmaya çabaladıysam da Amiral Piri Reis ve kalenin inşası gibi birçok konuya yazarın fantezileri de dahil oldu. Cevat Şakir’e gelince.. Biliyor musunuz, dünyada ününü yazarlara borçlu olan çok az yer var, kendisine saygımın bir göstergesi olarak romanda adını anmasam olmazdı, yazık ki Mavi Sürgün romanını okuyamadım., henüz Rusça’ya çevrilmedi.

Çaylak: Türkiye hakkında uzman birinin görüşlerinden yararlandığınız oldu mu? Bildiğim kadarıyla Türkolog değilsiniz ve de Türkçe bilmiyorsunuz..

Matveyev: Bir Türk arkadaşımdan bahsetmiştim, ama o, bana çalışmam için gerekli, yaşayış tarzı olarak adlandırılabilecek bazı hususları açıkladı. Esas olarak kitabı yazmaya başladığımda şansım yaver gitti, internette Orhan Pamuk’un çevirmeni ve Türkolog Mihail Şarov’u buldum. Dil, tarih ve birçok konuyla ilgili bir sürü farklı sorumu cevapladı, o olmasaydı bu roman yazılamazdı. Hatta kelime dağarcığımı bile arttırdı, örneğin beş, altı kelime bilirken şimdi ondan fazla kelime biliyorum. Yine onun sayesinde kitabın Halil ve Gülsüm hakkındaki en sevdiğim bölümlerinden biri yazıldı: “Çökertme” türküsünün sarsıcı hikayesi romanın da aşk metaforu oldu.

b-1Çaylak: Gerçekten de romanda sürekli müzik çıkıyor karşımıza. Üstelik de genellikle sadece biz Türklerin bilebileceği şarkılar. Bunu yapmanızın belirli bir sebebi var mıydı?

Matveyev: O da Mihail Şarov’un sayesinde oldu. Mihail, türkülerden, Anadolu rocka, çağdaş gruplara kadar devasa bir Türk Müziği koleksiyonuna sahip. Romanla paralel ilerleyen sohbetlerimiz esnasında bana daha sonra tamamıyla doğal bir biçimde romana dahil olan şarkıları, türküleri yollamaya başladı. Bir süre bu müzikten başka birşey dinleyemez oldum. Ezginin Günlüğü olsun, Erkin Koray olsun, sonra şu ana kadar çok sevdiğim Fikret Kızılok, Zara, ve büyük aşığınız Aşık Veysel hepsi romanın ortak yazarları oldu, onlarsız bu roman yazılamazdı.

Çaylak: Türk kültürüyle kişisel diyebileceğimiz, özel  bir bağınız var mı?

Matveyev: Çok istememe rağmen, öncelikle dili bilmememden dolayı o kadar derin bir bağ kuramadım. Müzik başlı başına duygusal bir etki bırakabiliyor ama edebiyat, genel olarak bir Orhan Pamuk çevriliyor Rusçaya.  Hele şiirden hiç bahsetmeyelim: bana Fikret Kızılok’un Nazım Hikmet şiirlerinden bestelediği albümünü gönderdiklerinde, zamanında Hikmet’i çevirmelerine rağmen bu şiirlerin Rusçasını bulamadım. Birkaç Türk filmi izledim, Nuri Bilge Ceylan’ınkilerin sözünü ettim, bu filmlere farklı açıdan yaklaşmak mümkün ama kayıtsız kalmanın olanağı yok. Diğer yandan, yanıbaşında, farklı hayatların yaşandığı kainatı sadece yerin altından gözlemleyebilmek de hayli şaşırtıcı bir duygu.

Çaylak: Romanınızın Türkiye’de de okunmasını arzu eder miydiniz?

Matveyev: Elbette, algı, Rus okuyucularınınkinden çok daha farklı olabilir orada. Hem sonra ülkeniz benim için öyle herhangi bir ülke değil, çok sayıda harika insanla tanıştım, ülkeleri hakkında yazdığım romanı neden okuyamasınlar ki?

andrey_matveev-2

Çaylak: Bir sonraki çalışmanız nasıl bir kitap?

Matveyev: Bir roman, adı “Deniz Feneri Bekçisi’. İki ay da mı, altı ay da mı biter, şu an kestiremiyorum, son tahlilde hayli tuhaf bir roman, gerçi benim bütün romanlarım tuhaf. Bir de romandaki tüm kahramanların isim ve soyadlarının Rus edebiyatından seçilmesi de tesadüf değil, her ne kadar başka bir dönemin yaşanmışlığı da olsa, bunu, bir zamanlar Rusya’ya özgü olan roman sansürcülüğünden kurtulma çabam olarak izah etmek  mümkün. Kitap, henüz yazım aşamasında ama şu an için ana kahraman Lunin (yine edebiyattan değil, tarihten alınan bir soyadı, böyle bir dekabrist vardı), Rusya’nın uzakdoğu kıyısında, sadece büyük, küstah martıların, terk edilmiş bir deniz fenerinin ve de sonun da kendisini ve hayatını değiştiren bunun gibi bir dolu garipliğin olduğu Büyük Okyanus’ta kaybolan bir adada hayatta kalmaya çalışıyor.