100 Temel Eser – Köşe Yazıları (24 Ağustos-5 Eylül)

Posted by on Ağustos 27, 2006 in Güncel

Bu başlık altında, Radikal gazetesinin konuyla ilgili yayına başlamasından sonra basında çıkan köşe yazılarından alıntılar derleyeceğiz. Yeni yazılarla karşılaştıkça buraya ekleyeceğiz. Vurgular burada eklenmiştir.

Her olumlu çaba sonuç verse keşke”, İsmet Berkan (24 Ağustos 2006, Radikal)

Radikal’in başlattığı 100 Temel Eser eleştirileri çerçevesinde, gazete yönetmeni Berkan’ın ikinci köşe yazısı bu. Türkiye bütçesinden aldığı payla hizmet veren, geniş bir danışman ve kültür insanı kadrosuna sahip M.E.B.’nın başındaki bir bakanla, bir holdinge bağlı basın kuruluşunun yayın yönetmeni arasında geçen bir konuşmayı aktaran bu yazı, hayret verici bir durumu ortaya koyuyor. Yazının konuşmayı içeren kısmını, konuşmayı rahatça sergileyebilmesi için diyalog biçiminde aktarıyoruz.

Sabah Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik aradı. Radikal’in günlerdir manşetlerinden sergilediği Milli Eğitim Bakanlığı’nın açıkladığı ‘100 Temel Eser’in çeşitli yayınevlerinden çıkmış versiyonlarıyla ilgili yayınlarımızı konuştuk.

– Bakan Çelik haklı olarak kitapların ‘devlet destekli’ veya ‘Bakanlık destekli’ olarak görülmesinden rahatsız.

– “Evet ama” dedim, “Maalesef kitap kapaklarında ‘MEB Tavsiyeli’ diye yazıyor.”

– Bakan Çelik, piyasadaki kitapları denetleme imkânları olmadığını söylüyor,

– ben de ona hak verdim.

– “Aslında basın olarak siz halk adına denetleme yapıyorsunuz” dedi.

– Evet, aslında yaptığımız bu. Velileri uyarıyoruz kalitesiz ve ideolojik çeviriler konusunda.

Bakanla kitaplarda sık sık geçen ‘Allah’ sıfatı konusunu da konuştuk.

– ‘Allah aşkına’, ‘Allaha ısmarladık’, ‘Allah rahatlık versin’ gibi deyimlere-çevirilere bir itirazım olmadığını ona da söyledim, benim itirazım Hıristiyan karakterlerin birer inançlı Müslüman gibi konuşmasına, konuşturulmasına.
Deyimler ve bilmeceler sözlükleri gibi son birkaç gündür üstünde durduğumuz argoyu da aşan küfür içerikli sözlükler konusunda da Bakan Çelik son derece net.

– “Bakın” diyor Çelik, “Ben size küfürlü olmayan örnekler de vereyim. Mesela, ‘Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.’ Bu deyimin de [aslında bu bir atasözüdür -Ç] ben ilköğretim okullarında tavsiye edilen sözlüklere girmesine izin veremem, çocuklara doğruyu söylememenin bir meziyet veya sizi dertten kurtaracak bir şey olduğunu öğretemem. [atasözü yanlış yorumlanmaktadır -Ç]”

– Evet, Türkçede, bizim kültürümüzde böyle deyimler var. Negatif deyimler diyelim. Bunlar aynı anda hem bizim kültürel zenginliğimiz hem de maalesef kötü alışkanlıkları öven şeyler olabiliyor.
Veya ırkçı ayrımcı deyimlerimiz, söyleyişlerimiz var. En basiti, ‘Kürt çalar çingene oynar’ sözü.
Bu çeşit deyimlerin sözlüklerde durmaya devam etmesinin kime ne faydası var.

Şimdi bu noktada hayret verici birkaç şeyin altını çizelim. Bakan “sabahleyin arıyor,” kitapları denetleme imkanlarının olmadığını söylüyor, Berkan ona hak veriyor. Bakan, basının denetleme yaptığını söylüyor, Berkan da kalitesiz ve ideolojik çeviriler konusunda uyardıklarını söylüyor. Yani haberci genel olarak eleştirmenlik, çeviri eleştirmenliği rolünü üstleniyor. “Allah sıfatı konusunu” konuşuyorlar, oysa “Allah” bir sıfat değil. Berkan çeviri normu tercihlerini belirtiyor. Ardından Bakan bir atasözünün deyim olduğunu öne sürerek, bu atasözünü yanlış yorumlayarak, okullara sokulmaması gerektiğini söylüyor. Berkan, buna katılıyor ve “kültürümüzün negatif deyimlere sahip olduğunu” söylüyor. Sözlük ve kitaplardan bunların çıkarılması gerektiğinde uzlaşıyorlar.
Tekrar tartalım: bakan gazeteciyi arıyor, gazeteciyle dil varlığının arındırılması ve çevirinin nasıl yapılması gerektiğini konuşuyorlar.
Konuşma burada sona eriyor, ardından Berkan’ın yorum ve önerileri geliyor:

Ben bu ‘100 Temel Eser’ listesi ilk açıklandığından beri aynı şeyi düşünüyorum. Yapılmak istenen şey çok olumlu, en azından hiç yoktan iyi.
Ancak, bakanlık eserlerin sadece isimlerini açıkladığında bile ortaya çıkan ticari sömürü kaygılarını görüyorsunuz. Eserler kısaltılıyor, tuhaf biçimlerde Türkçeye çevriliyor veya uyarlanıyor.
Bakanlığın ister istemez bir kazanç alanı yarattığı ortada. Kaldı ki bundan kaçış da yok, ne yapsanız birileri para kazanacak.
Bakanlık, yaşayan yazarların ve çevirmenlerin kitaplarının tavsiye edilmesini zamanında uygun bulmamış. Buradaki gerekçe ne olursa olsun bence bu karar yerinde olmamış.
Onun yerine, uzman bir komisyonun kimsenin itiraz edemeyeceği yazar ve isim, hatta yayınevi listesi hazırlaması sağlanabilir, böylece öğrencilere okutulacak eserlerin kalitesi korunmaya çalışılabilinirdi.
Öğrencilerin yerli ve yabancı klasikleri kaliteli çeviri ve kaliteli günümüz Türkçesine uyarlama örneklerini okuması, bu arada yaşayan edebiyatımızla ve çocuk edebiyatımızla tanışması da sağlanabilirdi.
Bakanlığın olumlu bir çaba içinde olduğuna dair benim hiç kuşkum yok ama maalesef başlatılan uygulama karşımıza eser kalitesi sorununu çıkarıyor. Bu kaliteyi sağlamak da artık Milli Eğitim Bakanlığı’nın görevi.
Umarım bakanlık bu sorunu da bir an önce çözüm yoluna sokar.

Şimdi, Berkan 100 Temel Eser listesini olumlu buluyor. Fakat “ticari sömürüye” yol açtığını düşünüyor. Çözüm olarak, “kimsenin itiraz edemeyeceği yazar ve isim, hatta yayınevi listesi hazırlanmasını” öneriyor. Yani, devlet onaylı yazar, çevirmen ve yayınevi listesi hazırlanmasını öneriyor. MEB hazırladığı listeyi denetleyemediğini açıklıyor, Berkan basının bu inceleme işini yerine getirdiklerini kabul ettikten sonra, bir “yazar, çevirmen ve yayınevi listesi” öneriyor.
Örneğin şunu önermiyor, “MEB’nın yayınevi var, burada 100 Temel Eser’i nitelikli çeviriler ve uyarlamalarla yayınlayın, okullara bu tavsiye edilsin.” Onun yerine devletin bazı yayınevlerini, yazar ve çevirmenleri ayrıcalıklı kılacak bir liste hazırlamasını öneriyor. Berkan, daha sonraki yazılarında bunun haksız rekabete yol açabileceğini de belirtecek. (Bu arada iki temel hataya dikkat: “Allah”ın bir “sıfat” olarak anılması ve halkın söz varlığında “ırkçı ayrımcı deyimlerin” bulunduğunun belirtilmesi. Irkçılığın çağdaş bir olgu olması nedeniyle, ırkçı atasözü ya da deyimin var olduğunun öne sürülmesi yanlış olmalıdır.)

“Öğretmenim, kral hâlâ çıplak,” Mustafa Ruhi Şirin (24 Ağustos 2006, Radikal). Şirin, “en iyi çevirilerin” kurul tarafından saptandığını, fakat yayınlanan listede bu çevirilerin ya da çevirmen adlarının belirtilmediğini öne sürüyor.

Bilinen bir kuraldır; amaç yöntemi belirler. Yönteminiz yoksa yaptığınız iş iğneyle kuyu kazmaya benzer. Oysa, suya ulaşmanız, gerekli bilgi ve aletlere bağlıdır. Amacınıza uygun yöntemi belirlemeden işe başlarsanız elde ettiğiniz sonuçla ortak iyiye ulaşacağınız yerde çözümsüzlük üretmiş olursunuz. Ortak iyiye ulaşmaya ise yalnızca tanımı yapılmış amaç ve yol haritası da yetmez; zekice bir buluş da gereklidir size. Bu da yetmez, birlikte iş yapma kültürüne de hazır olmalısınız. Aksi halde alanınız ne olursa olsun toplum mühendisliğine soyunmuş olursunuz ve öngördüğünüz amaç size bile yabancılaşır. Hele çocuğun gelişme hakkıyla ilgili bir amacı toplumun önüne çıkarmaya yönelecekseniz, işin esasını iyi çalışmanız gerekir. Yola çıkmadan önce iyi düşünülmüş amaç, doğru yöntem, doğru bilgi ve doğru ana sorularınızın cevabını bulmuş olmak da yetmez. Sonuç ortaya çıktığında, ‘Kral çıplak! diye bağıran çocuğun, sizi gerçekle yüzleşmeye çağıran sesini dinleme olgunluğu da göstermelisiniz.
Türkiye’de çocuklara ve gençlere temel eserlerin-klasiklerin okutulması çok sık gündeme gelmiş konulardan biridir. 2004 yılında, önce ortaöğretim, ardından da ilköğretim öğrencilerine önerilecek kitaplar konusu gündeme getirilmişti. Milli Eğitim Bakanlığı, amacı, ‘öğrencilere ve topluma okuma alışkanlığı ve zevki’ kazandırmak, kendi diline, edebiyatına, kültürüne, birikimine ve kimliğine yönelmek olan bu girişimi başlatmış oldu. Konu, daha çok, kitap listeleri üzerinden tartışıldı ve eleştirildi ise de bakanlık, ortaöğretim için amacını ve yöntemini belirlemeden ‘100 Temel Eser’ listesini açıkladı.
35 kişiden oluşan komisyonun ilk ve tek toplantısına da çoğunluk sağlanamadığı ve müzakere sonunda ikinci toplantıya karar verildiği halde, toplantı yapılmadan, birkaç öneri taslağı dikkate alınarak Bakanlık yetkilileri listeyi oluşturmuş oldu. Özellikle yerli eserlerin tercihinde, eser değil yazar merkezli değerlendirme yapılarak ‘dengeci tutum’ benimsendiği için ‘temel eser’ niteliği taşımayan dönem yazarlarının eserleri de listeye dahil edildi. Dünya edebiyatından seçilen kitaplarda ise en iyi çeviri ve çevirmen adına yer verilmediği için, bu kitaplar da ticari enstrümana dönüşmekte gecikmedi. Komisyonun ilk ve tek toplantısında, Selim İleri’nin ‘Yaşayan yazarların eserleri listeye alınmasın’ önerisi Bakanlık yetkililerin can simidi oldu ve benimsendi. Bilindiği gibi Ekim 2004’te, okuma programı olmadan ve kitaplar uygulama programıyla ilişkilendirilmeden ortaöğretim listesi açıklanınca, tartışmaların ve eleştirilerin ardı arkası kesilmedi. Yukarıda sözünü ettiğim toplantıda, ilköğretim öğrencilerinin bu listenin dışında tutulması önerim kabul görmüştü. Bunun üzerine bakanlık, yeni bir çalışma başlatılması kararı aldı ve başkanı olduğum MEB Çocuk Yayınları Danışma ve Yayın Kurulu’na verdi. İlgili ihtisas kurulu, üç aşamalı çalışma sonunda öneri listesini hazırladı:

130 mektup gönderildi
1- Çocuk ve gençlik kitabı yazarı, eleştirmen, editör, yayıncı, akademisyen, kütüphaneci, okul aile birlikleri, öğretmen, pedagog, çocuk gelişimcisi ve uzman sivil toplum kuruluşlarının görüş ve önerilerini almak üzere Milli Eğitim Bakanı Doç. Dr. Hüseyin Çelik’in imzasıyla 130 mektup gönderildi. Kurulumuzun önerisi doğrultusunda hazırlanan bu mektupta, hazırlanması öngörülen ‘Çocuk Edebiyatı Öneri Listesi’nin amacı şöyle yer aldı: ‘Seçilecek kitaplar ‘okuma programı’ uygulamasına temel teşkil edeceği gibi, Türkçe ders kitaplarına alınacak metinler için de kaynaklık yapacaktır. Aynı zamanda, içinde kaynak okuma kitaplarının da bulunacağı seçkin eserlerden oluşan bir ‘Çocuk Edebiyatı Kütüphanesi’nin kuruluşunu da sağlayacaktır. ‘(8 Nisan 2004).
2- Bakanlık Müsteşarı Prof. Dr. Necat Birinci’nin imzasıyla gönderilen mektupla (Haziran 2004) ilköğretim öğrencilerinin okuduğu kitapların hangi tür kitaplar olduğunun belirlenmesi istendi. Türkçe zümre başkanlarından alınan görüş ve öneriler doğrultusunda Bakanlıkça hazırlanan ‘Esere Göre Öneri Listesi’ ve ‘Yazara Göre Öneri Listesi’ Ekim 2004’te Kurulumuzun incelemesine sunuldu.
3- Çocuk Yayınları Danışma ve Yayın Kurulu, 21 Mayıs 2004 tarihinde kabul ettiği ‘Çocuk ve Gençlik Edebiyatı Yayın Programı’ amaçları çerçevesinde görüş ve önerileri değerlendirerek, okuma programına alınacak kitapları dil, içerik, edebiyat, sanat ve estetik değer temel ölçütüne ve ‘çocuğa göre’lik ilkesine göre belirlemeye karar verdi. Mayıs 2004’ten 28 Aralık 2004 tarihleri arasında sürdürülen yoğun çalışmalar sonunda, 4 bin 700 yerli eser arasından 58’i yaşayan yazarlara ait 94’ü yerli, dünya edebiyatından ise en iyi çeviriyi seçmeye özen göstermek ve çevirmen adlarını belirterek 29 çocuk klasiği olmak üzere 123 kitap belirlendi. Okulöncesi ile ilköğretimin birinci ve ikinci sınıfları dışındaki kitapların yaş gruplarının belirlenmesi çocuk gelişimcileri ve okuma programını hazırlayacak uzmanlarla birlikte yapılması ise kurulun ortak kararı olmuştur. Bu çalışmaların sonunda düzenlenen tutanakta şu görüşe yer verilmiştir: ‘Öğrencinin anlama ve anlatım becerilerini geliştirmek, okuma sevgisi ve alışkanlığını kazandırmak amacıyla Türk ve dünya edebiyatının dil, içerik, edebiyat, sanat ve estetik değeri yüksek seçkin örnekleri arasından yedi ana başlık altında (ilk kitaplar, masal, şiir, hikâye, roman, diğer edebi türler ve dünya edebiyatı) İlköğretime Yönelik Okuma Programı İçin Kitap Öneri Listesi hazırlanarak, oy çokluğu ile 28.12.2004 tarihinde kabul edilmişti.’

Yazar merkezli yaklaşım yanlış
Kuşkusuz bu öneri listesi de ‘en iyi’ kitaplardan oluştuğu iddiasında değildir. Elbette herkesin listesi farklı olduğu gibi kurulların listeleri de belirledikleri amaç ve temel ölçütle sınırlı olarak değerlendirilirler. Yazar değil eser merkezli yaklaşıma özen gösterilmesine rağmen, kurulumuzun listesinde yaşayan yazarlara yer verilmesi nedeniyle ortaya çıkan görüş ayrılığı giderilememiştir. Bunun üzerine, bakanlık müsteşarının başkanlığında kurulan yeni bir komisyonun düzenlediği ‘İlköğretim Öğrencileri İçin 100 Temel Eser’ listesi 15 Temmuz 2005’te Bakan tarafından açıklandı. Bu listede kurulumuzun listesinden 18 vefat etmiş yazarın isminin ve 22 çocuk klasiğinin yer almasına rağmen her iki liste amaç, yöntem ve içerik bakımından mahiyet farkı olan listelerdir. Sınırlı amacı ‘okuma alışkanlığı’ ve ‘çocuklarımızın anadillerini zenginleştirmelerine katkı sağlanması’ olan bu listenin hazırlanmasında temel ölçüt olmadığı gibi, listenin hangi yaş grubu çocuklar için olduğu ve kitapların hangi temel kültürü kazandıracağını düzenleyen okuma programı hazırlanmamıştır.
Bakanlığın tutumunu ve listenin çelişki sarmallarını özetle şöyle sıralayabiliriz:
1- ‘İlköğretim Öğrencileri İçin 100 Temel Eser’in ilk 63’ü, -aralarında çocuk özne için yazılmış birkaç seçkin çocuk kitabı olmasına rağmen- çocuk ve gençlik edebiyatı öneri listesi değil, ‘Ortaöğretim Öğrencileri İçin 100 Temel Eser’i belirleme anlayışına uygun, ancak, çoğunluğu ‘temel eser’/klasik özelliği taşımayan kitaplardır.
2- Türkçe öğretimi ve okuma programı ilişkisini ortaya koyan uygulama programı olmadan kitap listesi açıklanması, eğitimin pedagojik yaklaşım ilkesiyle çelişmektedir.
3- Kitapların niçin, hangi amaç doğrultusunda ve hangi temel ölçüte göre seçildiği ve nasıl okunacağını belirleyen bir yöntem yoktur.
4- Açıklanan yerli çocuk kitaplarının büyük çoğunluğu konu, içerik ve anlatım olarak yetişkin bakışına göre yazılmış kitaplardır (Ömer’in Çocukluğu, Vatan Yahut Silistre, Gulyabani, Altın Işık, Yalnız Efe, Hep O Şarkı, Peri Kızı ile Çobanın Hikâyesi, Uluç Reis, Damla Damla, Bağrıyanık Ömer, Domaniç Dağlarının Yolcusu, Akın, Bitmeyen Gece, Barbaros Hayrettin Geliyor, Eşref Saati, Tiryaki Sözler, Falaka, Osmancık, Bir Gemi Yelken Açtı, Ülkemin Efsaneleri, Miskinler Tekkesi, Tanrı Misafiri, Yankılı Kayalar)…
5- Liste, ilköğretime yönelik olmasına rağmen, 4., 5., 6., 7. ve 8. sınıflarla sınırlı tutulmuş, ilköğretimin ilk üç sınıfının niçin liste dışı tutulduğu açıklanmamıştır.
6- Yerli kitaplar arasında, dili ve içeriği nedeniyle çocukların duygu ve düşünce sağlığını bozacağından endişe duyulacak kitaplar yer almaktadır (Gulyabani, Tiryaki Sözler, Falaka, Miskinler Tekkesi, Tanrı Misafiri)…
7- Önerilen liste, öğrenci, öğretmen ve anne-baba seçimine imkân vermediği gibi, kitap okuma çeşidini ve özgürlüğünü kısıtlayıcı ve zorunlu okuma listesi olarak algılanmaya açık bir listedir.
8- Çocukları, çoğunluğu edebiyat değeri zayıf ve yetişkin dil dizgesine göre yazılmış geçmiş dönemin yetişkin edebiyatına mahkûm eden, yaşadığı çağın edebiyatıyla arasına kalın duvarlar ören ve mahrum bırakan, arada çocuk bakışına uygun birkaç örnek olsa da okunacak kitap türlerini daraltan bu liste, çocukların okuma, yazarların çocuklarla buluşma özgürlüğünü sınırlandırmaktadır.
9- İlköğretimde okutulan Türkçe ders kitaplarında, vefat etmiş-yaşayan yazar ayrımı yapılmadan, yazarların edebiyat türlerindeki örneklerine yer verildiği halde, yaşayan yazarların liste dışı tutulması ayrımcılığa dayalı yasakçı tutumun ilginç örneklerinden biridir.
10- Talim ve Terbiye Kurulu’nun kitap tavsiye uygulaması 2003’ten bu yana kaldırıldığı halde, bakanlığın yalnızca vefat etmiş yazarların kitaplarına yer vermesi liste mantığının tutarsızlığıdır.
11- Yayımlanmamış, ancak tema başlıkları belirtilen kitapların önerilmiş olması bu çalışmanın niteliği dışladığının göstergesidir. ‘Hazırlatılacak eserler’ olarak şu kitaplar listede yer almıştır: Karagöz ile Hacivat, Mevlâna’nın ‘Mesnevi’sinden Seçme Hikâyeler, Tekerlemeler, Türkçede Deyimler, Türk Atasözlerinden Seçmeler, Türk Bilmecelerinden Seçmeler, Türk Ninnilerinden Seçmeler, Türkülerden Seçmeler, Türk Manilerinden Seçmeler.
12- Dünya edebiyatından seçilen ve çocuk klasiği olan 30 kitabın çevirmen adları verilmeden açıklanmış olması, tahrif edilmiş, edebiyat ve Türkçe değeri olmayan ucuz kitapların yaygınlaşmasına neden olmuştur.
13- Bu liste, iptal edilinceye kadar ‘polemik’ konusu olmaktan kurtulamayacaktır.
Kralın çıplak olduğunu göremeyenlere gelince: Ne diyelim, onlar deve kuşlarına benzemekten hoşlanırlar.

Mustafa Ruhi Şirin: Şair, çocuk edebiyatı uzmanı, Çocuk Vakfı Başkanı

Psikolojik harekâtın dik âlâsı”, İsmet Berkan (25 Ağustos 2006, Radikal)

İsmet Berkan, bu kez konuyu ele alırken, Soğuk Savaş sırasında Hindistan’da yaşanan gizli kültür savaşını örnek vererek aynı dönemde Türkiye’de benzer bir savaşın yürütülmüş olabileceğini (oldukça haklı ve yerinde olarak) öne sürüyor ve günümüzde yaşanan durumu “psikolojik savaş” çerçevesinde ele alıyor. Bu konuda sivil topluma görev düştüğünü belirtiyor.

Soğuk Savaşı sadece nükleer yarış ve iki tarafın gizli servisleri arasında zaman zaman romantik filmlere de konu olan perde arkası bir mücadele sananlar yanılıyor. Soğuk Savaş, aynı zamanda iki tarafın çeşitli mücadele alanlarında birbirlerine yönelik ciddi bir psikolojik harekâtına da konu oldu.
Psikolojik harekâtın bir kolu da, o ülke çocuklarının kültürel yapısının oluşturulması için yapıldı. Sonradan ortaya çıktı, CIA’in maaş verdiği, romanlar yazdırdığı nice saygın yazarın adı öğrenildi. Ama hiçbir zaman KGB’nin bu çeşit operasyonlarında hangi ülkelerde kimleri kullandığı tam olarak bilinemedi.
Hiç kuşku yok Türkiye’de de Soğuk Savaş sırasında böyle bir mücadele yaşandı. Rus edebiyatının, özellikle devrim sonrası Rus yazınının Türkiye’de bu denli iyi bilinmesi tesadüf değil. Aynı şekilde, kovboy filmlerinden Amerikan tarzı aşk romanlarına kadar bu kadar çok kitabın Türkçede olması da şaşırtıcı değil.
***
Soğuk savaş o anlamda bitti belki ama nesillerin kültürünü, dolayısıyla düşünce altyapısını değiştirmeye çalışan psikolojik savaş yöntemleri bitmedi, bütün hızıyla devam ediyor.
Bakın günlerdir Radikal’in manşetlerinden yayımlıyoruz, çocuklara yönelik kitapların İslamlaştırılmasını, çevirilerin tahrif edilip Hıristiyan karakterlerin inançlı birer Müslüman’a dönüştürülmesini örnekleriyle sergiliyoruz. Bugünkü manşet haberimiz, konunun çocuk edebiyatından çıkıp Batı klasiklerine kadar uzandığını gösteriyor.
Bir siyasi görüşe sahip insanların kendi popüler eserlerini ortaya çıkarıp bunlarla serbest rekabet ortamına girmesi bir şey, o görüşe sahip insanların yazılı eserleri tahrif ederek o eserleri kendilerine mal etmeye çalışması başka bir şey.
Geçen gün Hürriyet’te Doğan Hızlan yazdı, İslamcı bir TV kanalı zamanında hepimizin bildiği ‘Şirinler’ çizgi filmini bile İslamlaştırmış, onlara ‘Niyetliyim’ gibi sözler söyletmiş. Bu, fütursuzluğun ulaştığı boyutları gösteriyor.
Bu çeşit tahrifleri ve Batı klasiklerinin dine alet edilmesini sergileme görevini biz yerine getiriyoruz, getirmeye de devam edeceğiz.
Ancak herhalde bu konuda sivil topluma da düşen bazı görevler var.


26 Ağustos 2006, “Haydi okurlar tüketici mahkemesine”:

Bu yazıda durumu tüketici hakları açısından ele alarak, okurların kusurlu mal almaktan doğan haklarını tüketici mahkemelerinde arayabileceğini öne sürdü. Yazıda belirsiz bir ifade yer alıyor: “Bugün yaşadıklarımız, eski ve zamanında çok şikâyetçi olunan düzenden yeni düzene geçişte yaşanan başıbozukluğun sonuçları.” Yazıda bu “eski düzen” çok net bir şekilde tanımlanmıyor, fakat yazının sonuna bakarak bir yorum yapılabilir: “Serbest piyasa, tüketicinin krallığı demekse, yaşadığımız çağ tüketicinin çağıysa bunu yapmamız gerek, başka yolu yok!”

Bir yayınevi, bastığı kitapların kapağına ‘Milli Eğitim Bakanlığı tavsiyeli’ diye yazıyorsa ama gerçekte böyle resmi ve o yayınevine yönelik özel bir tavsiye yoksa, tüketiciler yanıltılmış olmaz mı? Bal gibi de olur.
Bu noktada Milli Eğitim Bakanlığı’na düşen, bu ibareyi izinsiz kullanan yayınevlerine karşı dava açmak, onlardan hem söz konusu yalan ibarenin kapaklardan kaldırılmasını istemek hem de bakanlığın adını haksız yere kullandıkları için yayınevlerinden tazminat istemektir.
Hiç kimse, izinsiz ve rastgele olarak, kitabı sattıracağı veya kitaba daha bir güvenilirlik sağlayacağı düşünülen kurumların ve kişilerin isimlerini kapaklarında kullanmamalı, kullanamamalıdır.
Seçimlik kitaplar konusunda yeniden düzenleyici otorite olmasında sayısız sakıncalar bulunan Milli Eğitim Bakanlığı’nın öğrencilerin eline geçecek kitaplar konusunda yapabileceği tek şey budur.
Bugün yaşadıklarımız, eski ve zamanında çok şikâyetçi olunan düzenden yeni düzene geçişte yaşanan başıbozukluğun sonuçları.
Milli Eğitim Bakanlığı’nın hangi yayınevinin veya evlerinin kitaplarının düzgün olduğunu açıklaması, böyle listeler oluşturması eski düzene dönüş anlamına gelir ve bence önerilmemelidir.
Ama öte yandan, dün de söz etmeye çalıştım, bu konuda sivil toplum örgütlerine düşen önemli görevler var.
Eğitim sorunlarıyla, eğitim politikalarıyla, eğitimin kalitesiyle uğraşan onlarca iddialı sivil toplum örgütü var. Ancak, okullara tavsiye edilen 100 Temel Eser’le ilgili tartışmayı ve bu eserlerdeki sakıncaları o örgütlerin hiçbiri ortaya çıkarmadı. Bu gerçeği ortaya çıkaran adım, bana telefon eden bir arkadaşımın anlattıklarıyla [bu arkadaşın kim olduğu önemli midir?] atıldı, Radikal’den Umay Aktaş’ın titiz araştırmasıyla da skandal patlak verdi.
Ve itiraf ediyorum, biz Radikal’de 100 Temel Eser’i basan bütün yayınevlerinin bütün kitaplarını da kontrol etmedik, etmek bizim gücümüzü de aşar zaten. Diğer yayınevlerinin baskılarında kim bilir ne sakıncalar var, bunu bilmiyoruz. Bu arada işini titizlikle yapan, gerçekten iyi eserler ortaya koyan yayınevlerini de bilmiyoruz.
Keşke kitaplardaki bu rezaleti bir sivil toplum örgütü çok daha kapsamlı bir araştırmayla ortaya koysaydı. Keşke, bir tüketici örgütü bu işi sahiplenip kaliteli kitap kalitesiz kitap listeleri hazırlayıp ilan etseydi.
Şimdi bence bu kitapları öğretmen zoruyla ya da başka biçimde satın almış olanlara da tüketici mahkemelerine giderek hak arama yolu gözüktü.
Kalitesiz iş yapan, eserleri tahrif eden, kapağına yalan yazılar yazarak tüketiciyi yanıltan yayınevleriyle mücadelenin en iyi yolu onlara bu yaptıklarının cezasız kalmayacağını göstermek.
Serbest piyasa, tüketicinin krallığı demekse, yaşadığımız çağ tüketicinin çağıysa bunu yapmamız gerek, başka yolu yok!

Dikkat edilirse, İsmet Berkan’ın konuyla ilgili yazılarının hiçbirinde geçmişte M.E.B.’na ait bir yayınevi olduğu ve bu yayınevinden klasik eserlerin yayımlanmış olduğu anılmıyor. 100 Temel Eser listesi olumsuzlanmıyor, bu listenin uygulamasının düzenlenmesi gerektiği üzerinde duruluyor. Kesin bir çözüm önerisi yok, uygulamanın olumsuz sonuçları olarak, sadece ideolojik tahrifat üzerinde duruluyor.

Tek sahtekarlık çeviri değil”, Doğan Hızlan (22 Ağustos 2006, Hürriyet)

Doğan Hızlan, konuyla ilgili ilk yazısında 100 Temel Eser listesini hazırlayan kurulun çalışma süreci ve listenin hazırlanması sırasında kuruldan ayrılmalar üzerinde durdu:

“100 Temel Esere İslami Makyaj” (Hürriyet, 20 Ağustos 2006) haberini okuyunca, bu seçimin evveliyatını hatırlatmayı gerekli gördüm.
Milli Eğitim Bakanlığı, ilköğretimdekilere okutulması mecburi 100 Temel Eser’in seçimi için bir kurul oluşturdu.
Kurul, çocuk edebiyatı yazarı Mustafa Ruhi Şirin’in başkanlığında altı ay çalıştı.
Kitaplar saptandıktan sonra, Milli Eğitim Bakanlığı bu kitapları uygun görmedi. Üyelerin verdiği bilgiye göre, bakanlık kendi seçtikleri kitapların kabulü için seçiciler kuruluna baskı yaptı.
Kurul üyeleri de bu baskıcı anlayışa karşı durarak ve gayet haklı olarak kendi seçtiklerinin okutulmasını istediklerinden hepsi istifa etti.
Mustafa Ruhi Şirin’den başka kurul üyelerinin adları şöyleydi:
Gülten Dayıoğlu, Fatih Erdoğan, Mevláná İdris Zengin, Prof. Dr. Nilüfer Tuncer, Prof. Dr. Mübeccel Gönen, Hasan Güleryüz.
Mustafa Ruhi Şirin, seçilen kitaplar için en iyi olanı tavsiye ettiklerini, 60 değişik baskısı olan Pinokyo’nun bu konuda bir örnek olduğunu söyledi.
Bu durumda, seçilen kitapların niteliği şaibelidir. Kurul istifa ettiğine göre bu kitapları kim seçmiştir? Onun için bu kitaplara seçim açısından itibar etmemelidir.

(MEB Müsteşarı Prof. Dr. Necat Birinci, 25 Ağustos 2006’da Doğan Hızlan’a bir açıklama göndererek, kurulun oluşumuna ilişkin bu söylenenlere itiraz etti.)

Orijinal metni değiştirmede veya çıkarmada sabıkalıyız”, Doğan Hızlan (23 Ağustos 2006, Hürriyet)

Doğan Hızlan, daha önce Çeviribilim’de ele aldığımız bir örnekle birlikte televizyon (TRT? Kanal adı belirtilmedi) çevirilerinde de tahrifat yapılması ve ünlü Küçük Prens örneklerini bir arada ele alarak, olguyu genelleştirdi.

Bir kitabın bazı bölümlerini, anlayışımız, dünya görüşümüz, benimsediğimiz ideoloji doğrultusunda, üzerinde tahrifat yapma, o sayfaları çıkarıp atma konusunda, Türk yayıncılığında kötü bir alışkanlık vardır.
Sabıka kaydımız epeyce kabarık desem yanlış olmaz.
Yıllar önce tanınmış bir edebiyat öğretmeni, Dostoyevski’nin Suç ve Cezası’nı Fransızca’dan dilimize çevirip yayınlandığında, bazı bölümleri neden dilimize çevirmediği sorulunca şu cevabı vermiş: “Ben, kendi kalemimle kendi milletime hakaret ettiremem.”
O zaman bu eserin çevirisi önerildiğinde, ‘Hayır, ben bu kitabı bu gerekçeyle çeviremem,’ demeliydi. Yazarın metninden bir bölümü çıkarma hakkı kimseye verilmemiştir, yazarından başka.
Bir zamanlar da bir Türk televizyonunda yayınlanan Şirinler çizgi dizisi de, o kanalın anlayışı içinde, dini temalarla doldurulmuş. Bir arkadaşımın bana naklettiği bilgiler beni şaşırttı.
Obur Şirin, diğer Şirin’e pasta ikram ettiğinde, diğer Şirin ikramı şu gerekçeyle reddediyormuş;
“Niyetliyim.”
Bir Şirin başka bir Şirin’e Şirinbaba’nın nereye gittiğini sorduğunda, “Cuma’ya” karşılığını alıyormuş.
Amerikan dizisindeki bu diyaloglar çarpıtma değil de nedir?
Gerçi sonradan Amerika’da da, dizi komün yaşamına özendirdiğinden yayından kaldırılmış. Bu da bir tür yasaklama.

KÜÇÜK PRENS DE SANSÜRE UĞRAMIŞTI
Antoine de Saint-Exupery’nin çok sevdiğim Küçük Prens kitabının da içinde Atatürk’le ilgili bir bölüm, sakıncalı görüldüğünden, bazı çevirilere alınmamış, bazılarında da değiştirilerek dilimize çevrilmiş. Özgün metindeki ifade, bazen öncü lider, bazen önder kelimesiyle karşılanmış. 1995’te Nehir Yayınları arasında çıkan bir kitapta, Atatürk’ten bir Türk diktatörü diye söz edilmiş, sonradan durum anlaşılıp yayınevi uyarılınca, o sayfa koparılıp yeniden yapıştırılmış.
Kitabın yayın hakkı 1988 yılından beri Mavi Bulut Yayınları’nda.
Fransızca aslında, “Bir Türk diktatörü” sözü geçiyor, ancak Avrupalılar gibi giyinme zorunluluğu sözünden ve kitapta geçen tarihten Atatürk’e gidiliyor.
Yaşar Avunç’un çevirisinde önce ‘Türk diktatörü’ diye yayınlandı, sonradan ‘Türk lideri’ olarak değiştirildi.
Doğrusu ben metinlerle oynanmasına karşıyım. Dünyada en çok okunan bu kitabın aslındaki sözü çıkarmakla kendimizi aldatıyoruz, nitekim Almanca çevirisinde de (Grete ve Josef Leitgeb çevirisi) ‘Bir Türk diktatörü’ (ein Türkischer Diktator) deniliyor.
* * *
ÖZGÜN metinleri değiştirerek, çarpıtarak hiçbir şeyi halledemeyiz, olsa olsa ancak kendimizi aldatırız.

Doğan Hızlan’ın adını anmadığı ünlü edebiyat öğretmeni Hakkı Süha Gezgin. Belirtilen örneği ele alan bir yazı, “Soğuk Savaş” adıyla 31 Aralık 2005 tarihinde Bianet’te yayınlandı. Yazı ayrıca, “Çevirmen Otomat Mıdır?” başlığıyla, Çeviribilim’de de yer alıyor. Doğan Hızlan’ın aktarımında temel bir hata var. Gezgin, kendisine soru yöneltildiği zaman bir açıklamaya yapmıyor, Hızlan’ın andığı ifade Gezgin’in Suç ve Ceza çevirisinin içinde, “Lüzumlu Bir İzah” adıyla yazılmış bir metinde yer alıyor. Gezgin, bu açıklamada, dönemin Fransızca Suç ve Ceza’larını incelediğini ve bunlarda farklılıklar ve eksiltmeler olduğunu gördüğünü belirtiyor. Ayrıca, ırkçılığın Avrupa’ya hakim olduğu bir dönemde, 1940 yılında yaptığı bu çeviride, bazı yerleri bilerek atladığını belirtiyor (bu atlamalar metin içinde dipnotlarla da ayrıca belirtilmiştir): “Birkaç sahifeyi de bilerek ve istiyerek atladım. Kendi kalemimle milletime sövdürmek elimden gelmezdi.” Hızlan’ın rivayet olarak aktardığı ifadeyle, Gezgin’in ifadesi farklı. Ayrıca, Gezgin metinde herhangi bir ideolojik tahrifat yapmıyor. Bu örnek, diğer örneklerle uyuşmuyor.

Çeviri ve İslamcı hokkabazlığı”, Özdemir İnce (27 Ağustos 2006, Hürriyet)

Özdemir İnce, televizyon çevirileri ve şiir çevirilerindeki tahrifatı ele aldı. Ayrıca dil içi çevirilerdeki olası tahrifara dikkat çekti.

“100 Temel Eser” yağmasında oynanan İslamcı çeviri oyunlarına hiç şaşırmadım.
Bu fırsattan yararlanarak İslamcı televizyonların çeviri anlayışlarına değineceğim. Bunlardan birinde bir belgesel izlemenizi isterim, ama televizyonun karşısına abdestsiz oturmamanızı özellikle salık vereceğim.
Çünkü elin Darwinci káfirlerinin yaptığı doğa belgeselleri ilmihal diliyle çevriliyor. Bütün doğa sözcükleri Allah’ın sıfatlarıyla karşılanıyor, evrim ve benzeri káfir sözcükler “Allah’ın hikmeti” olarak çevriliyor.
Televizyonculuk mesleğine yabancı olmadığım için filmleri izlerken kıs kıs gülüyorum ve hacı leylekler gibi aslanların da Müslüman ilan edilmesini bekliyorum.
* * *
Söylemesi ayıp, yurtiçinde ve dışında Arthur Rimbaud uzmanı sayılırım. Özel bir Rimbaud kitaplığım bile vardır. 1998 yılında, bizim İslamcıların girişimiyle Arthur Rimbaud’nun Müslümanlaştırıldığını duymuştum. Meğer Rimbaud ölmeden az önce Müslüman olmuşmuş.
Rimbaud’yu Müslüman yapıp sünnet eden Sünnetçi-Mütercim Mahmut Kanık’ın “terceme”sini bulup dikkatle okudum.
Rimbaud, kız kardeşine gönderdiği 6 Mayıs 1883 tarihli mektubunda şöyle yazıyor:

“Comme les musulmans, je sais que ce qui arrive arrive, et c’est tout.”

Bu cümleyi Mahmut Kanık şöyle çevirmiş:

“Tıpkı Müslümanlar gibi inanıyorum, olacak olan olacaktır.”

Mahmut Kanık “Bilmek” anlamına gelen “Savoir” fiilini “İnanıyorum” diye çevirmiş. “İnanmak” fiilinin Fransızcası “Croire” olduğuna göre, Mahmut Kanık’ın yaptığı sahtecilikten başka bir şey değil.
“La sagesse batarde du Coran” şiir cümlesini “Kur’an’ın karmaşık bilgeliği” diye çevirmiş. “Batard(e)” sıfatının ne anlama geldiğini ben yazmayacağım, siz sözlüğe bakın.
Sünnetçi-Mütercim Mahmut Kanık’ın çevirisiyle ilgili eleştirilerimi Adam Sanat Dergisi’nin Mayıs 1999 sayısında yayınlamıştım. Söz konusu yazı Adam Yayıncılık tarafından yayınlanan “Şiirde Devrim” adlı kitabımda (S.66-73) yer alıyor. Bilginize sunulur!
* * *
Emanete ihanet etmeyi ilke edinmiş namusu mücessem köktendinci tayfasıyla etik ve estetik düzlemde mücadele etmek çok zor.
Yapılacak ilk iş, tecavüz ettikleri kitapların yazarları ölmüş ise ölüm tarihlerini öğrenmek; çünkü bir edebiyat yapıtı yazarının ölümünden itibaren 70 yıl koruma altındadır. Yayın hakları kamusal alana geçmediği için yazarın mirasçılarının yazılı izni gerekir.
Örneğin “Küçük Prens”in yazarı Antoine de Saint-Exupery 1944’te öldüğü için kitap 2014 yılına kadar koruma altındadır. Bu nedenle kitabı sözleşmesiz yayınlamak mümkün olmadığı gibi üzerinde oynamak da mümkün değildir. Tam anlamıyla mahkemelik bir durum. Fransız Sefareti’ne, Copyright ajanslarına ve savcılığa ihbar etmek gerekir.
* * *
Yazarın ölüm tarihinin üzerinden 70 yıl geçtiği için kitapların yayın hakları kamusal alana geçmiş bile olsa, İslamcı yayıncıların tecavüzlerini dava konusu yapmanın mümkün olacağını düşünüyorum. Yayıncılar Birliği Genel Sekreteri Metin Celal kardeşime tavsiye ederim, yazar örgütleriyle bir görüşsün ve müdahale olanaklarını araştırsınlar. Çünkü sadece yabancı yazarlara değil Türk dilinin temel klasiklerine de tecavüz edilmekte.

“Sevgi dolu küçük bir kızdı, böyle kavga istemez” (28 Ağustos 2006, Vatan‘dan)
Haşmet Babaoğlu, Heidi’nin Protestan “dua ve direnç” temasına dikkat çekti.

Nihayet, Milli Eğitim Bakanı beklenen doğru lafı söyledi.
Bakan Çelik yabancı klasiklerin kahramanlarını kendi kafalarına göre çevirip Müslümanlar gibi konuşturan çocuk kitabı yayıncılarına “eğer Heidi’yi sevdiysen, onu Müslümanlaştırmaktan vazgeç, otur kendi Heidi’ni yaz, çizgi filmini yap” dedi.
Ama sorun bu kadar mıydı?
Bu kitaplar üzerine “bizim” medyada kopan patırtının tek nedeni klasiklerin özgün hallerine duyduğumuz saygı ve çocuklarımızı yalan yanlış işlerden uzak tutma özeni miydi?
Hayır.
Şimdi Bakan Çelik’in bu açıklamasında yer alan “otur kendi Heidi’ni yaz, çizgi filmini yap” sözlerinden bir kesim açık açık olmasa da huzursuzluk duymayacak ve içlerinden “yapmasınlar kardeşim” diye geçirmeyecek mi?
Evet.
Öyleyse birbirimizi kandırmayalım.
Ortada bir hassasiyet var ama samimiyeti kuşkulu.
Seküler toplum yanlıları ve İslami hassasiyetleri önde tutanlar arasındaki “imaj kapışması” öyle bir toz duman kaldırıyor ki, o arada kitapları ve çocukları gerçekten düşünen var mı, emin değilim.
***
Bir de bu kitaplarda sık sık Allah kelimesinin geçmesi ve bu kelimenin Tanrı yerine kullanılması nedeniyle tartışma ve itirazlar var.
Radikal’in Genel Yayın Yönetmeni İsmet Berkan, Hıristiyan dünyaya ait metinleri çevirirken “Tanrı” denmesinin doğru olacağını, çünkü Allah’ın “özel bir ad” olarak tümüyle Müslümanların Tanrısı’nı temsil ettiğini yazdı. (Radikal, 22/08/06)
Bu anlamda İsmet’in hassasiyeti doğru zemine dayanıyor.
Ama söz konusu çocuk kitaplarında sık sık Allah kelimesinin yer almasına yaptığı itiraza gelince…
Orada biraz duralım.
İsmet sürekli bu sembolleri kullanarak “inanca vurguyu artırmanın bu ülkede masumane olmayan anlamları var” diyor. O yüzden de çocukları bu anlam ve sembollerin baskısından uzak tutmamız gerektiğini belirtiyor, ardından şunu ekliyor: Bilimle doldurmamız gereken kafaları daha minicikken siyasi-dini kavram ve sembollerle doldurup kendimizden yana çekmek istiyoruz.
***
Doğrusu, dini hikâyeleri ve kavramları “siyasi-dini semboller” sınıflandırmasının içine koymakta ve İsmet Berkan’ı anlamakta zorlanıyorum.
Bence asıl bu tavır en koyu sekülerler (dindışı hayat yanlıları) için bile çok abartılı ve fazla siyasallaşmış bir tavır.
Üstelik bu tavır bizi gündelik hayatın ferahlıklarından da kopartıyor ve yazık oluyor.
Buyrun, hangi sosyal katmandan olursa olsun, bizim toplumumuzda çocukların büyükanneleriyle, büyükbabalarıyla ilişkilerine ve konuşmalarına bakın!
Sürekli “Allah”tan söz edilir. Öyle değil mi?
Ve çocuklar dedelerinden, ninelerinden dini hikâyeler dinleyerek büyür.
Biz de öyle büyüdük.
En çok o hikâyeleri sevdik, en çok ve tekrar tekrar o hikâyeleri dinlemek istedik.
Ben ve benim gibilere bakıyorum da…
Sonuçta ne oldu?
Böyle geçen çocukluğumuz bilimle ilgilenmemizi engelledi mi?
Hayır.
Sonuna kadar özgürlükçü ve demokrat olmamızı engelledi mi?
Hayır. Asla.
***
Tartışmanın bir başka can alıcı noktası da şu…
Heidi Müslümanlaşmasın isteniyor. Tamam, Müslümanlaşmasın.
Ama Heidi’yi ve benzerlerini okumak çocukları bir dini inanca yönlendirici nitelikte olmasın isteniyorsa, o zaman iş matrak bir boyuta varıyor.
Neden mi?
Çünkü Heidi, dini bütün bir İsviçreli kadın yazar (Johanna Spyri) tarafından Almanca yazılmış ve ilk kez 1881’de basılmış bir çocuk hikâyesidir.
Bugün birçok Batı üniversitesinde öksüz ve dedesinden uzaklaşmak zorunda kalmış Heidi’nin “çektiği çile karşısında sabır, metanet ve sevgisini yitirmeyişinin Protestan kökleri” konusunda tezler yazılıyor.
Batı dünyası Heidi’yi dua ve direnç arasındaki güçlü bağı en güzel anlatan hikâye olarak değerlendiriyor.
Bunu ne yapacaksınız peki?

“Proje iyi niyetliydi ama…,” Doğan Hızlan (30 Ağustos 2006, Hürriyet)

Gerek ortaöğretim, gerek ilköğretim için tasarlanan “100 Temel Eser” projesi, öğrencilerin Türkçe’yi öğrenmesi, Türk dilini ustaca kullanan yazarları tanıması, dünya edebiyatının seçkin yazarlarının tanınmış eserlerini okuması açısından iyi niyetli bir girişimdi.
Ancak bu tür konularda ilkeleri baştan saptamadığınızda, iyi niyetli bir girişimin ticari çıkarlara alet edilmesini önleyemezsiniz. Arzulanan sonuç gerçekleşmez, aksine, ideolojik, saplantılı bir kuşağın ortaya çıkmasında bilerek ya da bilmeyerek aracı olursunuz.
Tarafların soruna değişik açılardan bakması, gerçeği ortaya koymaktan çok kendilerini savunması biçiminde tecelli ettiğinden zihin bulanıklığına neden oluyor.
Sorunu madde başlıkları altında tartışmak, sağlıklı bir sonuca varabilmenin ilk koşuludur.
Tespit edilen eserler isabetli midir?
Yaşayan yazarların alınmaması doğru mudur?
Sadece kitap adına karar verilince iş biter mi?
Çevirisi iyi midir, değiştirilmiş midir?
Denetlenmesi gerekmez mi?

Son günlerdeki tartışmalar, asıl içeriğin değiştirilmesinden, kitapların bazı düşüncelerin aşılanması için kullanılmasından, olur olmaz basımların piyasaya sürülmesinden kaynaklanıyor.
Belki onaylı baskılara müsaade eden bir denetleme komisyonu kurulsaydı, öğrenciler, veliler bu kadar şaşkına dönmezlerdi.
* * *
MEB Müsteşarı Prof. Dr. Necat Birinci’nin açıklamasını köşemde okudunuz. Birinci, istifalar ve ilkeler üzerine düşündüklerini iletti ama kitapların değiştirilmesi, bunların önlenmesi konusunda bir bilgi vermedi.
Seçici Kurul’un istifa eden üyeleri Gülten Dayıoğlu, Mustafa Ruhi Şirin, Mehmet Kılınç, Fatih Erdoğan, Mevláná İdris Zengin düşündüklerini bana ulaştırdılar. Bu adlar dışında, Çetin Öner, Nurettin Gemici de görüşlerini ilettiler.
Ben yukarıdaki adların gönderdikleri yazıları tam metin halinde blognot’umda yayımlıyorum.
Eğer bunlara köşemde yer vermeye kalksaydım en az 10 gün bu yazıları yayımlamam gerekirdi.
Şimdi taraf olan olmayan herkes blognot’a düşüncelerini yazıp gönderebilir, aralarında tartışabilirler.
* * *
Benim dileğim, çocuklara iyi, doğru kitaplar okutma işinin bir sonuca bağlanması.

(Doğan Hızlan’ın yazısında anılan blognot‘ta açıklamalar biraz karışık bir şekilde yayınlanıyor.)

“100 Temel Eser,” Melih Aşık (30 Ağustos 2006, Milliyet)

Milli Eğitim Bakanlığı’nın okullara tavsiye ettiği 100 Temel Eser’den bazılarındaki müstehcen bilmece ve bulmacaları gazeteler günlerce yazdı. Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik de sıkışınca lütfen eleştirilere katılmak zorunda kaldı. Peki, nasıl oluyor da bu kitaplar gözden kaçabildi? CHP Milletvekili Mustafa Gazalcı’nın yanıtı;

Eskiden yardımcı ders kitapları Talim Terbiye Kurulu tarafından tek tek ve titizlikle incelenir, uygun görülmesi halinde okullara tavsiye edilirdi. Dolayısıyla bugünkü gibi kitapların okullara girmesi söz konusu olmazdı. Ancak malum, Bakan Hüseyin Çelik’in ilk işlerinden biri Talim Terbiye’nin bu denetimini kaldırmak olmuştu. Amaç da okullara kendi kafa yapılarına uygun her türlü kitabı sokmak, böylece çocukların beyinlerini yıkamak idi. Bugün ortaya sadece müstehcen kitaplar saçıldı. Bu furyada okul kütüphanelerinin hangi çağdışı kitaplarla doldurulduğunu ise kimse bilmiyor. Bu konuda bilinçli bir kampanya yürütüldü…”

Bu iktidarın hiç başarılı icraatı yok mu? Elbet var! Kendi kafalarında bir nesil yetiştirmek yolunda hayli başarılı adımlar atıyorlar. Onların bu başarısı Türkiye’nin yarınları için en büyük tehlikeyi oluşturuyor.

“100 Temel Eser tartışması,” Sabahat Emir (5 Eylül 2006, Türkiye)

Milli Eğitim Bakanlığının, öğencilerin okuma merakı ve kültürünün gelişmesi için seçtiği 100 Temel Eser üzerine tartışmalar gittikçe alevlenerek sürüp gidiyor. Bendeniz bu projeye başından beri karşıydım. Hatta bununla ilgili bir eleştiri yazısı da yazmıştım. Ne diyordum yazımda, hatırlatayım:
“Öğrenciye şunu veya bunu okuyacaksın diye eser dayatmaktansa, onda merak ve ilgi uyandırarak; daha net bir ifadeyle düşünme zevki aşılayıp okuma arzusunu ateşleyerek tercihi ona bırakmak daha doğru olur diye düşünüyorum. Dayatmayla onların okuma isteklerini büsbütün köreltme tehlikesi bile söz konusu olabilir.
Mademki fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür nesiller yetiştirmeyi hedefliyoruz; o zaman bunun gerçekleşmesi için çocuğun her türlü seçimde hür iradesini kullanabileceği hürriyet alanlarını oluşturmak, kültürel birikimlerini arttırmak zorundayız. Sizin (şüphesiz iyi niyetle) yaptığınız okunacak kitap seçimleri ister istemez bir sınırlama etkisi oluşturur. Oysa, insan, sınırsız bir varlıktır. Bu sınırsızlığın keşfi, esasen bugün en fazla %10’unun kullanıldığı beyinlerin açılımı için okumak ve düşünme kapasitesini geliştirmek şart. Milli Eğitim Bakanlığına düşen esas görev; bunun önemini ve gerekliliğini gençlere iyi anlatacak; onların yolunu aydınlatacak; öğenme, bilme, anlama meraklarını geliştirecek kaliteli öğretmen yetiştirmektir.”
Tabii biz söyledik, biz dinledik yine. Eserler (sonradan basından öğrendiğimize göre seçici kurulda da birtakım anlaşmazlıklar ve değişimler olmuş) ilan edildi, basıldı. Yine basından öğrendiğimize göre bazı kitaplarda içerik değişikleri yapılmış(!), basımlar özensiz, çeviriler kalitesiz olmuş. Tartışmalar da bunlardan kaynaklanıyor. Doğan Hızlan, Hürriyet’ teki köşesinde bu tartışmaların sağlıklı yapılabilmesi için sorunların madde başlıkları altında toplanmasını teklif ediyor ve bu madde başlıklarını şöyle sıralıyor:
* Tespit edilen eserler isabetli midir?
* Yaşayan yazarların alınmaması doğru mudur?
* Sadece kitap adına karar verilince iş biter mi?
* Çevirisi iyi midir, değiştirilmiş midir?
* Denetlenmesi gerekmez mi?
Bütün bu maddelerin tartışılması daha önceden yapılamaz mıydı? Koskoca Milli Eğitim Bakanlığı sonradan alacağı tenkitleri hesaba katıp daha tedbirli davranamaz mıydı? Atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra koparılan bu kızılca kıyametin bir faydası olacak mı? Yanlış hesap Bağdat’tan dönecek mi? Yoksa, ortalık yatıştıktan sonra her şey unutulup gidecek mi? Bunca külfete, mesaiye, masrafa yazık değil mi?
Ayrıca popülizmin edebiyata sindiği, bazı yazarların çevre ve reklam desteğiyle öne çıkarıldığı sağlıksız ve adaletsiz bir edebiyat ortamında hangi yaşayan yazardan örnek alacaksınız?… Kime göre yaşayan yazar?
Hızlan’ın yazısında dediği gibi 100 Temel Eser projesi iyi niyetli bir projeydi ama ben, temeldeki itirazlarımı aynen vurguluyorum. Ne kadar iyi niyetli olursanız olun, ebeveynlerin okumadığı, okuma kültürünün yerleşmediği bir ortamda, düşünme mekanizmasını çalıştırmaya yönelik olmayan bir eğitim sisteminde öğrencilere devlet zoruyla kitap okutmanız zor, çok zor…

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir