Sinan’ın Yolları
Bugün Rusya’nın ünlü genç yazarları arasında yer alan Gleb Şulpyakov’un “Sinan’ın Kitabı” adlı romanının yalın bir olay örgüsü var: genç bir gazeteci bir yolculuğa çıkıyor. İlk kitabının, Mimar Sinan’la ilgili bir kitabın malzemesini toplamak için İstanbul’a gidiyor. Bu yolculuğun arka planında, roman içinde açıklanan başka birçok neden vardır, fakat tek bir neden, diğerlerinden daha belirgin ve önemli olan bir neden sessizce geçiştirilir. Sanki genç adamın huzursuzluğu Puşkin’in Yevgeni Onegin’inin çektiği bir hastalıktan kaynaklanmaktadır: “Hayır, kalbi şimdiden soğumuştu / ve bıkmıştı sosyete şaşasından / .. Tutulduğu hastalık / anlaşılırdı yakalandığı zaman / Britanya’nın belası o spleen gibi bir şey / Ya da Rusya’nın handra’sı kısaca” …
Yolculuk için İstanbul’u seçmesinin arkasındaki nedenler karmaşıktır. Babası uzun zaman önce ailesini bir Türk kadını için terk etmiş, sonra da İstanbul’da bir yerde kaybolmuştur. İslam dinine ve Osmanlı mimarisine yoğun bir ilgisi vardır. Dahası, kız arkadaşı Amerika’ya göç etmiştir ve genç adam sürekli ondan haber almaya çalışır. Aslında gazetecinin kız arkadaşını onun biricik aşkı olarak belirtmek güç olabilir – bu da Puşkin’in Onegin’ini ve yaşamda hayal kırıklığına uğrayıp kendilerini bulmak için Kafkaslara, yani Doğu’ya giden klasik Rus edebiyatı karakterlerini hatırlatır. Diğer yandan, Sinan’ın Kitabı’nın olay örgüsü, kısmen Orhan Pamuk’un Yeni Hayat’ını da hatırlatır: onun da kahramanı gizemli bir kitabın, ona yeni bir dünyayı açıp yeni bir yaşam verebilecek olan hikayenin peşinden yolculuğa çıkar. “İyi de Amerika’dan kim zamanında dönmüştür ki?”, diye düşünür kahraman. – “Ve bir karar verdiğini anlamıştım… Kendi hesabıma izine ayrıldım ve yola çıktım. Ancak başka bir yöne” (3. Bl.). Ama kim Doğudan vaktinde dönebilmiş ki? Elbette, ya Kars yollarını kar kaplayacaktır, ya da..
Pamuk’un ünlü cümlesi, “Tam bu noktada film kopar” cümlesi parmaklarımın ucunda. Evet, tam bu noktada Rus olan her şey kaybolur ve yerini Doğulu olan şeyler alır. Türk olan her şey. Aleksandr Blok, İskitler adlı şiirinde biz Ruslar için şunları söylerken haksız değildi: “Evet, biz İskitleriz / Evet, biz Asyalıyız.” Bir Rus kendisini Doğu’da bulduğu andan itibaren, onun Rus İskitliği, Asyalılığı ve Doğu’yla olan yakınlığı ortaya çıkar. Asi fikirler patlak verir: Rus Ortodoks kültürünün, hatta Rus Ortodoks Hıristiyanlığı’nın İslam kültürüyle olan yakınlığı çarpıcıdır. Kadınların erkeklerden saklanması geleneğini, Büyük Petro’dan önce Rusya’da var olan bu geleneği hatırlayın, sıradan insanlarla (“mujikler”) yaşlı keşişlerin geleneksel Rus sakallarını, Rus kadınlarının şimdi bile var olan baş örtüleri ve uzun eteklerle örtünme tarzını hatırlayın. “Sinan’ın camisi, içine giren herkeste, tıpkı Tanrı’nın insana dünyaya gelişi sırasında yaşamı boyunca bahşettiği şeye benzer br duygu yaratıyor ve insanın içine Hakkı Teâlâ’nın iradesiyle kıyaslayabileceğimiz görünmez ve tarif edilemez bir akım sızıyor, insan bu binanın kubbesi altında korunuyormuş hissi duyuyor” (65. Bl.). Aynı şekilde, Rus Ortodoks kilisesi de – Yunan değil, Bizans değil, Rus – ona bir kerede tümden girer. Bütünüyle. Tüm ve tam olarak, bütün altını, bütün güzelliğiyle. Ona girdiğiniz anda Cennetin Krallığının Kapıları önünüzdedir: Altın sunak.
Moskovalı Gleb, neredeyse bir anda Türk Galip olur ve birkaç hafta boyu süren kültür yolculuğu boyunca kısa da olsa bir başka yaşam, aşkın, tutkunun, çalışmanın, sorunların, kayıpların ve buluşmaların olduğu bir yaşamı, yaşama fırsatı bulur.
“İslam sanatının günümüz dünyasını mükemmelen yansıttığını şaşırtıcı bir hayranlıkla gözlemledim. Renk renk… bir arada; yüzeysel ve karmaşık. İçinde zamanın sona erdiği bir dünya”, – der kahramanımız (3. Bl.). Evet, Allah’ın gözünden Dünya böyledir. Büyük usta Heratlı Behzad böyle görmüştür onu. Tanrı’nın gözünden Dünya. Gogol’ün hızlı troykası, kararlı bir şekilde, önünü görmeden uçarak giderken Ruslar böyle görür onu.
Nikolay Gogol Ölü Canlar‘da şöyle diyordu: “Ve sen, benim Rusya’m… sen de kimsenin arkasından yetişemeyeceği hızla uçup giden bir troyka değil misin?… Nereye bu gidiş ey benim Rusya’m? Nereye? Cevap ver bana! Ama anlaşılmaz çıngırak seslerinden başka bir cevap gelmiyor senden. Yardığın havayı binlerce parçaya böl, çünkü sen bütün dünyayı geçiyorsun ve bir gün bütün uluslar, bütün imparatorluklar, sana yol vermek için bir yana çekilecekler!” (çev. E.Güney-M.C.Anday). Kayseri’de bulunduğu sırada Gleb-Galip de Türkiye için, “Bu büyük bir millet ve mükemmel bir geleceği var” der. “En önemlisi, daha az melankoli, geçen zamanlara daha az nostalji. Geçmiş bir daha dönmez, gerek de yok, ileriye bakalım. Avrupa Birliği ülkelerinden de hiçbirine benzemez. Burası müslüman bir ülke, ama siz bile bu kadarını düşünmemişsinizdir” (58. Bl.).
Kendini İstanbul’da bulan gazeteci zamanın dışına çıkmış gibidir. “Geçmişim sona ermişti. Issızlaşmıştı.” (96. Bl.). hikaye ne kadar sürer – bir hafta, iki hafta, yarım ya da bir yıl – bilemeyiz. Kahraman İstanbul’da kimi arar – kayıp kendini mi, kayıp babasını mı, kayıp Sinan’ı mı – bilemeyiz. Kahraman kimdir – Moskovalı bir gazeteci, İstanbul’u ziyaret edince tıpkı Pamuk’un Kara Kitap’ındaki Galip gibi “eski kendisini” kaybedip “yeni kendisini” bulan bir gazeteci mi? Rum mimar, Allah’ın ve padişahın kölesi mi? Yoksa yurtdışına kolayca çıkıp Sovyet yönetiminden kaçan bir Sovyet mühendisi mi? Sadece romanın yazarı mı? Bilemeyiz.
Samimiyet, algıda elmas gibi kusursuzluk yaratır. “Tuğra”nın bir Evren modeli olduğunu görmek için Türk kültürü uzmanı olmak gerekmez. Bir uzman yazının türünü bilir, ama “besmele” ve “tuğra” arasındaki boş mekanın sadece kağıt olmadığını, gökyüzü olduğunu fark etmeyebilir. Dünyanın sırları samimi olanlara açılır. Ruslar ve Türkler samimidir, bu yüzden de kendi kendilerine yeterler: her ulus kendi yolundan ilerler ve bazen yol arkadaşlarına göz atar. İki ülke de kendi yolundan gider, kendi uzamında, Doğu’yla Batı arasındaki sonsuz yolculukta kendi dünyalarını oluşturur. Dahası, ikisi de, ne kadar çabalarsa çabalasın Avrupa olmayacağının farkındadır.
Romanın adı Sinan’ın Kitabı, ama nedense insanın içinden ona Sinan’ın Yolu demek geliyor. Sinan’ın yolu, sonunda tanınmış ve kat edilmiştir. Bundan sonra, usta özgürdür.
“Her şey akar, hiçbir şey kalmaz yerinde” (Herakleitos). Boğazın suları da hiç durmaz yerinde. Belki bir gün döner, ters yöne akarlar, ama bu arada… İstanbul’da gece olmuştur, ebedi şehirde gece olmuştur, Fatih Sultan Mehmet’in şehrinde, Allah’ın kulu ve Tanrı’nın kölesi olan Rum Sinan’ın şehrinde gece olmuştur.
İngilizceden çev. Sabri Gürses
Sinan’ın Kitabı, Gleb Şulpyakov, Rusçadan çeviren: Kayhan Yükseler, Gürer Yayınları, 2009.