Slavoj Žižek: Minareler Neden Süngümüz Oldu ya da “Filistin Sorunu”

Posted by on Haziran 21, 2010 in Yorum

Akıl bu sıralar Türkiye’den göç etmiş gibi göründüğüne göre, onu yurtdışından, çevirerek getirmeye çalışmakta yarar var.

Jijek, İsrail konusunda başvurulabilecek dengeli akıllardan biri sayılabilir: İsrail’in devlet olarak yaptıklarına eleştiri yöneltirken, bu eleştirinin anti-Semitizme dönüşmemesine özen gösteriyor. Paralaks (2008) adlı kitabında bu üslubun çeşitli örnekleri vardı.

“Filistin Sorunu” adlı bir 2009 sonu yazısındaysa (ya da daha önce dergilerde yayınlanmış birkaç yazıdan yaptığı kolajda), İsrail-Filistin çatışmasında üstü örtülen asıl sorunu saptıyor: yasadışı olarak yürütülen kargaşanın arkasında, nasıl bir yasal/hukuki mekanizma var ve bu mekanizma nasıl asıl dönüşümü gerçekleştiriyor. Asıl dönüşüm, yani mülkün, tapuların el değiştirmesi. Kamusal varlığın özelleştirilerek el değiştirdiği Türkiye’deki gibi. Diğer yandan, bu yazı, Mavi Marmara aracılığıyla yapılan mistikleştirme işlemini öngörüyor.

Jijek’in yazısında “bürokrasi yoluyla işgal” diye üzerinde durduğu olgunun, aslında Türkiye’de, sürekli ölüm haberleriyle, anayasa tartışmalarıyla, siyasi tehditlerle girdaplanan Türkiye’de de yaşanan bir süreç olduğunu, bu kaosla maskelenen şeyin aslında bir mülk paylaşımı olduğunu, Gazze’nin zaten Türkiye’de olduğunu düşünmekte de yarar olabilir.

Bugün Türkiye’de savaş çığırtkanlığı yapan, buna sürekli vesileler yaratan medya ve siyaset, “bürokrasi yoluyla işgal” yapıyor, işgali başka işgalleri göstererek olağanlaştırıyor ve servetsiz ve topraksız bıraktığı bir halka, tıpkı Amerika’nın kendi yoksullarına paralı işgal askerliği seçeneğini sunması gibi, tek seçenek sunuyor: savaş.

“Camiler kışlamız” diye başlamıştı Büyük Ortadoğu Projesi tiyatrosu, şimdi “minareler süngümüz..” diye yeni perdesini açıyor.

*

Filistin Sorunu: Semptom / Fetiş çifti

İslami-Faşizm, İsevi-Faşizm, Siyonizm

mieux vaut un désastre qu’un désêtre

Slavoj Žižek

Hiçbir şekilde karıştırılmaması gereken iki farklı ideolojik mistikleştirme tarzı var: liberal-demokrat mistikleştirme ve Faşist mistikleştirme. İlk mistikleştirme sahte evrensellik içerir: özne özgürlüğü/eşitliği savunur, ama biçimleriyle bile, onun kapsamını sınırlayan örtük nitelemelerin farkında olmadan savunur (bazı toplumsal katmanlara ayrıcalıklar verir: zengin, erkek, belli bir ırka ya da kültüre ait olmak gibi ayrıcalıklar). İkinci mistikleştirme, antagonizmayla düşmanın sahte özdeşleştirilmesini içerir: sınıf mücadelesinin yerine Yahudilerle mücadele konur, böylece halkın sömürülmeye duyduğu öfke mevcut kapitalist ilişkilerden “Yahudi komplosuna” çevrilir. Yani, naif-hermenötik terimlerle söylersek, ilk durumda, “özne ‘özgürlük ve eşitlik’ derken aslında ‘ticaret özgürlüğü, yasa önünde eşitlik’ gibi şeyleri” kastetmektedir; ve ikinci durumda, “özne ‘sefaletimizin sebebi Yahudiler’ derken, aslında ‘bizim sefaletimizin sebebi büyük sermaye’ demektedir.” Asimetri apaçık görünüyor – bunu yine naif terimlerle söylersek, ilk durumda, “iyi” açık seçik içerik (özgürlük/eşitlik) “kötü” örtük içeriğin (sınıf ve diğer ayrıcalıklar, istisnalar) üzerini örter, buna karşılık ikinci durumda, “kötü” açık seçik içerik (anti-Semitizm) “iyi” örtük içeriğin (sınıf mücadelesi, sömürüye yönelik nefret) üzerini örter.

Psikanalitik kuramı bilen herkes, iki ideolojik mistikleştirmenin iç yapısının semptom/fetiş çiftinin iç yapısıyla aynı olduğunu bilir: örtük sınırlamalar liberal eşitlikçiliğin semptomlarıdır (bastırılmış doğrunun tikel dönüşleri), buna karşılık “Yahudi” anti-semit Faşistlerin fetişidir (sınıf mücadelesiyle karşı karşıya gelmeden önce “öznenin gördüğü son şey”). Asimetrinin eleştirel-ideolojik mistik olmaktan çıkarma süreci için can alıcı sonuçlara sahiptir bu: liberal eşitlikçiliğin karşısında, evrensel yasal biçimin ideolojik görünümü ile onu etkili bir şekilde destekleyen tekil çıkarlar arasındaki uçurumu hatırlatan o eski Marksist çıkışa başvurmak işe yaramaz – ama bu, Solun siyaseten-doğrucu eleştirmenleri arasında çok yaygındır. Bunun karşı savı, yani Claude Lefort ve Jacques Rancière gibi kuramcıların dile getirdiği, biçimin hiçbir zaman “basit biçim” olmadığını, toplumsal yaşamın maddeselliği içinde izler bırakan kendine has bir dinamik içerdiğini söyleyen karşı sav tümüyle geçerlidir – sendikalardan feminizme uzanan o tümüyle “maddi” politik talepler ve pratikler sürecini harekete geçiren şey burjuva “biçimsel özgürlüğü” olmuştu. Onu farklı bir edimselliği gizleyen basit bir yanılsama haline indirgemek gibi sinik bir hevese karşı koymak gerekir. Çünkü bu “basit biçimsel” burjuva özgürlüğünü alaya alan o eski Stalinist ikiyüzlülüğün tuzağına düşmek olacaktır: eğer bu, bu kadar basit biçimsel bir özgürlüktüyse ve gerçek iktidar ilişkilerini bozmuyorduysa, o zaman neden Stalinist rejim buna izin vermedi? Neden ondan o kadar korkuyordu?

Mistik olmaktan çıkarmanın yorumcu versiyonu bu yüzden burada görece kolaydır, çünkü biçimle içerik arasındaki gerilimi harekete geçirir: tutarlı olmak için, “dürüst” bir liberal demokratın ideolojik öncüllerinin içeriğinin biçimine ters düştüğünü kabul etmesi ve bu yüzden de biçimi (eşitlikçi aksiyomu) onu içeriğe daha kapsamlı bir şekilde uygulayarak radikalleştirmesi gerekir. (Başlıca alternatif sinizme çekilmektir: “eşitlikçiliğin olanaksız bir düş olduğunu biliyoruz, o yüzden eşitlikçiymişiz gibi davranalım, bu arada sessizce zorunlu sınırlamaları kabullenelim…”) Faşist fetiş olan “Yahudi” örneğinde, mistik olmaktan çıkarmanın yorumcu versiyonu çok daha zordur (böylece bir fetişistin onun fetişinin “anlamının” yorumlanması aracılığıyla zayıflatılamayacağı şeklindeki klinik anlayışı onaylar – fetişist fetişiyle tatmin olur, ondan kurtulma ihtiyacı duymaz). Pratik-politik terimlerle, bu, sefaleti için “Yahudileri” suçlayan bir sömürülen işçiyi, ona “Yahudinin” yanlış düşman olduğunu, bu yanlış düşmanı asıl düşmanının (yönetici sınıfın) gerçek mücadelenin saflarını bulanıklaştırmak, böylece onun “Yahudilerden” başını kaldırıp “kapitalistlere” çevirmesini engellemek üzere kullandığı konusunda “aydınlatmanın” neredeyse olanaksız olduğu  anlamına gelir. (Ampirik olarak, 1920 ve 1930’larda Almanya’da birçok Komünist Nazilere katılmış ve Fransa’da hayal kırıklığı içindeki birçok Komünist le Pen’in Ulusal Cephe’sinin partizanları haline gelmiştir, ama bunun tersi bir süreç çok nadir görülür.) Bunu kaba politik terimlerle söylersek, buradaki paradoks, ilk mistikleştirmenin öznesi öncelikle düşmanken (yani evrensel eşitlik ve özgürlük için mücadele ettiğine inanan liberal “burjuva”yken), ikinci mistikleştirmenin öznesi öncelikle (öfkelerini yanlış bir hedefe yöneltmeye kandırılmış olan) “bizimkiler,” ayrıcalıksızların [kendilerine toplumsal hak verilmeyenlerin] bizzat kendileri olduğu için, etkili-pratiğe dönek “mistik olmaktan çıkarmanın” ilk durumda çok daha kolay olmasıdır.

İdeolojik mücadelenin bugünkü durumu açısından, bu Müslüman köktenci-popülist hareketlerin temelde “bizim” olduğunu, özgürlükçü anti-emperyalist hareketler olduğunu ve programlarını açıkça Aydınlanma karşıtı ve evrenselcilik karşıtı terimlerle, bazen de açıkça anti-Semitizme yakın bir şekilde dile getirmelerinin de sadece mücadelenin dolayımsızlığından kaynaklanan bir karışıklık olduğunu (“Yahudilere karşı olduklarını söyledikleri zaman, aslında sadece Siyonist sömürgeciliğe karşı olduklarını kastediyorlar”) öne süren Solculara derin bir kuşkuyla bakmak gerekir. Arap anti-Semitizmini (onunla gerçekten karşılaştığımız yerde) Filistinlilerin yaşadığı kötü duruma verilmiş “doğal” bir tepki olarak “anlama” hevesine kesin olarak karşı koymak gerekir: Arap ülkelerinin hepsinde değilse bile birçoğunda, Hitler’in hâlâ bir kahraman sayılması gibi bir olguyu, ya da ilkokul ders kitaplarında o ünlü sahte Siyon Protokolleri’nden Yahudilerin kurban etmek için Hıristiyan (ya da Arap) çocuklarının kanını kullandığı iddiaları gibi bütün geleneksel anti-Semitik mitlerin onlara atfedilmesi gibi bir olguyu “anlamak” diye bir şey sözkonusu olamaz. Bu anti-Semitizmin, mevzi değiştirmiş bir tarzda kapitalizme karşı direnci dile getirdiği iddiası hiçbir şekilde onu haklı çıkarmaz: mevzi değiştirme burada ikincil bir işlem değildir, temel bir ideolojik mistikleştirme hareketidir. Bu savın içerdiği şey, uzun vadede, anti-Semitizmle mücadele etmenin tek yolunun liberal hoşgörüyü vb. vazetmek olmadığı, altta yatan anti-kapitalist dürtüyü doğrudan, mevzi değiştirmemiş bir şekilde dile getirmek olduğu fikridir. Bu mantığı bir kere kabul edersek, o zaman, Hitler de “Yahudiler” derken “aslında” kapitalistleri “kastediyordu”, Anglo-Amerikan imparatorluğu onun da temel düşmanı olduğundan, bizim bu imparatorluğa karşı verdiğimiz küresel anti-emperyalist mücadelede Hitler’in de stratejik müttefikimiz olması gerekir gibi oldukça “mantıklı” bir çıkarıma varan yoldaki ilk adımı atmış oluruz. (Ve bu akıl yürütme hattı basit bir belagat alıştırması değildir: Naziler Arap ülkelerinde ve Hindistan’da sömürgecilik karşıtı mücadeleyi desteklediler ve birçok neo-Nazi İsrail Devleti’ne karşı verilen Arap mücadelesine yakınlık göstermektedir. “Terör yandaşı” Jacques Verges gibi bir figürü evrensel bir fenomen kılan şey onun Faşizmle sömürgecilik karşıtlığı arasındaki bu “dayanışma” seçeneğini cisimlendiriyor olmasıdır.) Faşistleri, gelecekte bir vakit, “gerçek” düşmanlarının sermaye olduğuna ve kendi ideolojilerinin tekil dinsel/etnik/ırkçı biçimini bırakıp güçlerini eşitlikçi evrenselcilikle birleştirmeleri gerektiğine ikna edebileceğimizi düşünmek ölümcül bir hata olur. O yüzden “düşmanımın düşmanı benim dostumdur” gibi, bizi köktenci İslamcı hareketlerde “ilerici” anti-emperyalist gizil güçler bulmaya yönelten tehlikeli bir düsturu açıkça reddetmemiz gerekir. Hizbullah gibi hareketlerin ideolojik evreni kapitalist neo-emperyalizmle seküler ilerici özgürleşme arasındaki ayrımları bulanıklaştırmaya dayanır: Hizbullah’ın ideolojik uzamında, kadınların özgürleşmesi, eşcinsel hakları vb. Batı emperyalizminin “yoz” ahlaki yönünden başka bir şey değildir… Badiou “dinsel tekilliğe bağlı oldukları ölçüde, bu hareketlerin içsel bir sınırlaması olduğunu” kabul ediyor – fakat bu sınılama, Badiou’nun ima eder gibi göründüğü şekilde, sadece kısa vadeli bir şey, bu hareketlerin gelişmelerinin o meşhur “ikinci, daha yüksek” aşamasında, kendilerini evrenselleştirecekleri (buna zorunlu kalacakları) zaman aşacakları (aşmak zorunda kalacakları) bir şey mi? Badiou burada sorunun mevcut din olmadığını, onun tekilliği olduğunu belirtmekte haklı – ve ideolojisi açıkça Aydınlanma karşıtı olan bu hareketlerin ölümcül bir sınırlaması da artık bu tekillik değil mi?

Daha kesin bir şekilde, bu hareketlerin iç sınırlamalarının, onların, ne kadar “köktenci” olursa olsun, mevcut dinsel karakteri olmadığını, eşitlik aksiyomuna dayanan evrensel özgürlükçü projeye yönelik pratik-ideolojik tutumları olduğunu belirlemek gerekir. Bu nokta üzerinde durmak için, XIX. yüzyıl sonunda Brezilya’daki Canudos topluluğu gibi trajik bir örneği hatırlayalım: Canudos tam anlamıyla “köktenci” bir topluluktu, teokrasiyi ve monarşiye dönmeyi savunan fanatik bir “Meclis üyesi” tarafından yönetiliyordu – ama aynı zamanda para ya da yasası olmayan, komün mülkiyetine, tam eşitlikçi dayanışmaya, erkek kadın eşitliğine, özgürce boşanma hakkına vb. sahip olan Komünist bir ütopya sahneliyordu – bu boyut, ne kadar “anti-emperyalist” görünürse görünsün, Müslüman “köktenciliğinde” yoktur. Moishe Postone bu noktayı açıkça vurguladı:

“Irak savaşının ve daha genel olarak Bush yönetiminin korkunç doğası, her iki durumda da ilericilerin kendilerini ikilem sayılabilecek bir durumla karşı karşıya bulduğunu gizlememeli – bir yandan saldırgan bir küresel emperyal güç, diğer yandan derinden gerici bir küreselleşme karşıtı hareketle, acımasızca faşist bir rejim arasındaki bir çatışma. /…/ Bu yüzden anti-Semitizm anti-hegemonik görünebilir. Bu yüzden bir yüzyıl önce, Alman sosyal demokrat lideri August Babel, bunu budalaların sosyalizmi olarak adlandırdı. Daha sonraki gelişmelere bakarak, buna budalaların anti-emperyalizmi olarak da adlandırabiliriz. /…/ Batı Solundaki birçok kişi, bu gerici direniş biçimini daha ilerici direniş biçimlerini destekleyecek şekilde çözümlemek yerine, ya görmezden geldiler ya da onu İsrail’in Batı Yakası ve Gazze’deki politikalarına verilen anlaşılabilir de olsa talihsiz bir tepki olarak rasyonelleştirdiler. /…/ Onların Birleşik Devletler’e muhalefetleri daha ilerici bir alternatif adına olmadı. Tersine, Irak’taki – baskıcı karakteri ve acımasızlığı sözgelimi Şili ve Arjantin’in 1970 ve 1980’lerdeki cani askeri rejimlerini fazlasıyla aşan bir rejim olan – Baas rejimi hiçbir şekilde ilerici ya da gizil olarak ilerici sayılamaz.”

Fakat “açıkça” köktenci hareketler sözkonusu olduğunda bile, medyaya güvenmemeye özen göstermek gerekir. Taliban sürekli olarak yönetimini terörle kuran kökten İslamcı bir grup olarak sunuluyor – fakat, 2009 baharında, Pakistan’daki Svat vadisini ele geçirdikleri zaman, New York Times “küçük bir zengin toprak ağaları grubuyla onların topraksız kiracıları arasındaki derin uçurumlardan yararlanan bir sınıf ayaklanması” yarattıklarını bildirdi:

“Svat’tan kaçanların anlattıkları, Taliban’ın bölgeyi denetime almasını sağlayan şeyin, iktidara sahip olan kırk kadar toprak ağasını kovmak olduğunu gösteriyor. Militanlar, bunu yapmak için, köylüleri ani baskın yeteneğine sahip silahlı çeteler halinde örgütlediler /…/. Taliban’ın sınıfsal ayrımları sömürme becerisi ayaklanmaya yeni bir boyut katıyor ve büyük ölçüde feodal kalmış olan Pakistan’ın taşıdığı riskleri hatırlatıyor.

Başkan Obama’nın eski sınıf arkadaşı ve Pakistanlı-Amerikalı bir avukat olan Mahboob Mahmood ‘Pakistan halkı psikolojik olarak devrime hazır’ dedi. Sünni militanlığı Pakistan’da uzun zamandır artan derin sınıfsal ayrımlardan yararlanıyor. ‘Militanlar da müzik ve eğitime getirilecek yasaklardan bahsetmiyorlar sadece,’ dedi. ‘Aynı zamanda İslami adalet, etkin hükümet ve ekonomik yeniden paylaşım vaat ediyorlar’.”

Thomas Altizer bu yeni (bizim Batılı kulaklarımıza yeni gelen) verilerin içerim ve sonuçlarını dile getirdi: “Artık sonunda Taliban’ın Pakistan’daki kadim feodal yönetime saldıran gerçekten kurtarıcı bir kuvvet olduğu ve köylü çoğunluğu o yönetimden özgürleştirdiği ortaya çıktı. /…/ Neyse ki hem bu kadar rahat bırakıldığı için hem de çok daha güçlü bir idare olduğu için Bush yönetiminden çok daha tehlikeli olan Obama yönetiminin ciddi bir eleştirisiyle karşılaşacağız artık.” Bu paradoksun politik sonucu uzun vadeli stratejiyle kısa vadeli taktik ittifaklar arasındaki tam olarak diyalektik gerilimdir: uzun vadede, radikal-özgürleştirici mücadelenin başarısı bugün köktenci popülizmin pençesinde olan alt sınıfları harekete geçirmeye bağlı olsa bile, cinsiyetçilik karşıtı ve ırkçılık karşıtı mücadelenin bir parçası olarak eşitlikçi liberallerle kısa vadeli ittifaklar kurmakta sorun olmaz. Taliban gibi fenomenler, Walter Benjamin’in “Faşizmin her yükselişi başarısız bir devrime tanıklık eder” tezinin bugün de geçerli olduğunu, hatta belki de her zamankinden daha geçerli olduğunu gösterir. Liberaller Sol ve Sağ “aşırılıkçılıklar” arasındaki benzerlikleri göstermeyi sever: Hitler’in terörü ve kampları Bolşevik terörünü taklit etti, Leninist parti de bugün El Kaide olarak hayatta – iyi, tamam, ama bütün bunlar ne demek ki? Bu aynı zamanda Faşizmin nasıl birebir Solcu devrimi yerine geçtiğinin (yerinden ettiğinin) bir belirtisi olarak da okunabilir: onun yükselişi Solun başarısızlığıdır, ama aynı zamanda Solun harekete geçirmeyi başaramadığı bir devrimci gizil gücün, hoşnutsuzluğun var olduğunun da bir kanıtıdır. Aynı şey günümüzün (bazıları tarafından) “İslami-Faşizm” dediği şey için de geçerli değil mi? Radikal İslamcılığın yükselişi tam olarak Müslüman ülkelerde seküler Solun ortadan kaybolmasına karşılık gelmiyor mu? Günümüzde, Afganistan en aşırı İslamcı köktenci ülke olarak tasvir edilirken, daha 30 yıl önce onun güçlü bir seküler geleneğe sahip bir ülke, Sovyetler Birliği’nden bağımsız olarak iktidara gelen bir Komünist Partiye sahip bir ülke olduğunu hatırlayan kimse var mı? Ne zaman kayboldu bu seküler gelenek? Avrupa’da, tam olarak aynı şey Bosna için geçerli: 1970 ve 1980’lerde, Bosna ve Hersek bütün Yugoslav cumhuriyetleri arasında en ilginç ve canlı olandı, uluslar arası kabul görmüş bir sinema ekolü, eşsiz bir rock müzik tarzı vardı; günümüz Bosna’sındaysa etkin bir şekilde güçlü köktenci güçler var (Eylül 2008’de Saraybosna’da yapılan gay geçit törenine acımasızca saldıran Müslüman köktenci kalabalığı gibi). Bu gerilemenin temel nedeni Müslüman Bosnalıların 1992-1995 savaşındaki, Batılı güçler tarafından Sırp silahlarına terk edildikleri dönem yaşadıkları umutsuz durumdur. (Ve Thomas Frank’ın gösterdiği gibi, aynı şey Afganistan’ın ABD versiyonu olan Kansas için geçerli: 1970’lere dek radikal Solcu popülizmin yatağı olan yer, bugün Hıristiyan köktenciliğin yatağı – bu yine Benjamin’in her Faşizmin başarısız bir devrim göstergesi olduğu tezini doğrulamıyor mu?)

Bir de sonraki önermeyi ele alalım: Francis Fukuyama ve Bernard Henri-Levy’nin (başkalarıyla birlikte) önerdiği “İslami-Faşizm” terimi haklı mı? Onu sorunlu kılan şey dinsel niteleme değil sadece (bu durumda Batılı Faşizmimizi “Hıristiyan-Faşizmi” diye adlandırmaya hazır mıyız? – Faşizmin kendisi yeterli, sıfata ihtiyacı yok), sorun günümüzün “köktenci” İslami hareket ve devletlerinin “Faşist” olarak adlandırılmasında. Bu hareket ve devletlerde (daha az ya da çok açık olarak) anti-Semitizm olduğu ve Arap milliyetçiliğiyle Avrupa Faşizmi ve Nazizm arasında tarihsel bağlantılar olduğu bir gerçek; fakat, anti-Semitizm Müslüman köktenciliğinde Avrupa Faşizminde oynadığı rolün aynısını oynamaz tam olarak, yani insanın (bir zamanlar) “uyumlu” olan toplumunun çözülmesinden sorumlu olan dış müdahaleci rolünü oynamaz- ister istemez dikkat çeken büyük bir fark vardır. Naziler için en kötü düşman göçebe, devletsiz ve köksüz olup içinde yaşadıkları topluluğu yozlaştıran Yahudilerdi, bu yüzden onlara göre, İsrail Devleti bir çözümdü (birçok çözümden biriydi en azından) – bu yüzden bütün Yahudileri öldürmeye karar vermeden önce Nazilerin onlara bir devlet kurmaları için (Madagaskar’dan Filistin’e dek değişen yerlerde) toprak verme fikrini ölçüp biçmelerine şaşmamak gerek. Günümüzün “Siyonist karşıtı” Arapları içinse, tersine, sorun olan şey İsrail devletidir: en radikalleri İsrail Devleti’nin ortadan kaldırılmasını, yani Yahudilerin devletsiz/göçebe konuma dönmesini savunur.

Hepimiz Marksizmi “XX. yüzyılın İslam’ı” olarak, İslam’ın soyut fanatizmini sekülerleştiren bir şey olarak niteleyen anti-Komünist betimlemeyi biliyoruz. Anti-Semitizmin liberal tarihçisi Jean-Pierr Taguieff bu betimlemeyi tersine çevirdi: İslam gitgide  “XXI. yüzyılın Marksizmi” haline geliyor, Komünizmin çöküşünden sonra hâlâ onun şiddetli kapitalizm karşıtlığını sürdürüyor. Fakat, Benjamin’in Faşizmi başarısız devrimin yerini işgal eden bir şey olarak gördüğünü düşünürsek, bu tür tersine çevirmelerin “rasyonel özü” Marksistler tarafından kolayca kabul edilebilir. Bu kümelenmeden çıkarılabilecek en felaket sonuç Moishe Postone ve bazı meslektaşlarının çıkardığı sonuçtur: radikal Sol için yer açan her kriz aynı zamanda anti-Semitizmi de yükselttiğine göre, bizim başarılı kapitalizmi destekleyip bir kriz olmayacağını umut etmemiz daha iyidir. Bu sonuca vardırıldığı zaman, bu akıl yürütme son aşamada, kapitalizm karşıtlığının tam anlamıyla anti-Semit olduğunu ima eder… İşte tam da bu tür bir akıl yürütmeye karşı Badiou’nun mieux vaut un désastre qu’un désêtre düsturunu okumak gerekir: bir Olaya sadık kalma riskini almak zorundayız, Olay sonunda “bulanık bir felakete” varsa bile. Liberalizmle radikal Sol arasındaki fark, aynı üç öğeye gönderme yaptıkları halde (liberal merkez, popülist Sağ, radikal Sol), onları kesinlikle farklı bir topolojiye yerleştirmeleridir: liberal merkeze göre, radikal Sol ve Sağ aynı “totaliter” aşırılığın iki görünüm biçimidir, buna karşılık Sol için, tek gerçek seçim kendisiyle liberal anaakım arasındaki seçimdir, popülist “radikal” Sağ ise liberalizmin Solcu tehditle baş edememesinin bir semptomundan başka bir şey değildir. Bugün bir politikacı ya da ideologun bize liberal özgürlükle köktenci baskı arasında bir seçim yapmayı önererek muzaffer bir tavırla (tümüyle laf olsun diye sorulmuş olan) “Kadınların toplum yaşamından dışlanmasını ve temel haklarından yoksun bırakılmasını mı istiyorsunuz? Dinin her eleştirisinin ya da alaya alınmasının ölüm cezasıyla cezalandırılmasını mı istiyorsunuz?” diye sorduğunu duyduğumuz zaman, bizi kuşkuya düşürmesi gereken şey yanıtın apaçık olmasıdır – bunu kim neden istesin? Sorun böyle budala bir liberal evrenselciliğin çok çok uzun zaman önce masumiyetini kaybetmiş olmasıdır. Bu yüzden, gerçek bir Solcu için, liberal serbestilik ve köktencilik arasındaki çatışma son aşamada sahte bir çatışmadır – birbirlerini yaratan ve önvarsayan iki kutbun kısırdöngüsüdür. Burada Hegelci bir geri adım atıp soruyu tam da köktenciliğin bütün dehşetiyle gözler önüne serildiği bir noktadan sormak gerekir. Liberaller çok uzun zaman önce yargılama hakkını kaybetti. Horkheimer’ın dediği şey günümüzün köktenciliği için de kullanılabilir: liberal demokrasiden ve onun soylu ilkelerinden (eleştirel biçimde) bahsetmek istemeyenler, dinsel köktencilik hakkında da sessiz kalmalı. Ve daha da keskin bir şekilde, İsrail devleti ile Araplar arasındaki Ortadoğu çatışmasının çok anlamlı bir şekilde sahte bir çatışma olduğunu da ısrarla vurgulamak gerekir: hepimiz onun yüzünden ölecek olsak bile, bu çatışma asıl konuların üstünü örten bir çatışmadır. Peki aslında orada neler oluyor?

Haberlerin asıl boyutunu yakalamak için, bazen iki çok farklı haberi bir arada okumak yeterli olabilir – anlam onların bağlantılarından, tıpkı bir elektrik kısa devresinden çıkan kıvılcım gibi çıkar. 1 Mart 2009’da, İsrail hükümetinin işgal altındaki Batı Yakası’ndaki Yahudi yerleşimlerine 70000’den fazla konut eklemek üzere planlar yaptığı bildirildi; bu planlar uygulanacak olursa, Filistin topraklarındaki yerleşimci sayısı 300000 kadar artabilirdi – bu da bir Filistin devletinin yaşama şansını ciddi bir şekilde yok etmesi bir yana, Filistinlilerin günlük yaşamını da altüst edecekti. Bir hükümet sözcüsü raporu reddetti, planların pek bir önemi olmadığını söyledi: yerleşim bölgesinde yeni evlerin fiilen inşa edilmesi için savunma bakanı ve başbakanın onayı gerekiyordu. Fakat o zamanki planların 15000’i zaten tamamen onaylanmıştı; dahası, planlanan birimlerin neredeyse 20000’i İsrail’i Batı Yakası’ndan ayıran “yeşil hattın” çok uzağında kalıyordu, yani İsrail’in gelecekte Filistinlilerle yapacağı herhangi bir barış anlaşmasında korumayı umut edemeyeceği alanlarda. Bunun sonucu besbelli: bir yandan iki devletli çözümü dillendirirken, diğer yandan İsrail iki devletli çözümü de facto olanaksız hale sokacak bir fiili durum yaratıyor.

Bu raporların medyaya konu olduğu gün (2 Mart), Hilary Clinton, Gazze’den roket saldırılarını “sinik” olmakla eleştirdi ve şunu söyledi: “İsrail de dahil hiçbir milletin toprakları ve halkı roket saldırılarına maruz kalırken sessiz kalamayacağı gün gibi aşikardır.” Peki Batı Yakası’nın toprakları günden güne ellerinden alınırken Filistinliler sessiz mi kalacak? İsrailli barışsever liberaller Filistinlilerle çatışmalarını tarafsız “simetrik” terimlerle sunarken, her iki tarafta da barışı reddeden aşırılıkçılar olduğunu vb. söylerken, basit bir soru sormak gerekir: açık politik-askeri düzeyde hiçbir şey olmadığı zaman (yani gerilim, saldırı, görüşmeler olmadığı zaman) Ortadoğu’da neler oluyor? Olan şey şu, Batı Yakası’nda Filistinlilerin elinden toprakları ağır ağır alınıyor: Filistin ekonomisinin ağır ağır boğazlanması, topraklarının parsellenmesi, yeni yerleşimlerin inşa edilmesi, Filistinli çiftçilere topraklarını bırakmaları için baskı yapılması (kullanılan yöntemler arasında hasatların yakılması ve dinsel dışlamadan tek tek öldürmeye dek her yöntem vardır) – ve bütün bunları destekleyen Kafkaesk bir yasal düzenlemeler ağı. Saree Makdisi Filistin’in İçi Dışı: Günlük İşgal adlı kitabında, Batı Yakası’ndaki İsrail İşgali son aşamada silahlı kuvvetler tarafından dayatılıyor olsa da, işgalin aslında “bürokrasi yoluyla işgal” olduğunu anlattı: başlıca biçimleri başvuru formları, tapu senetleri, yerleşim evrakları ve diğer izinlerdir. Yavaş fakat kararlı İsrail yayılmasını sağlamlaştırma işini yapan şey günlük yaşamın bu mikro-yönetimidir: birinin ailesiyle birlikte bir yere gitmek için, kendi toprağını ekmek için, kuyu açmak için, işe, okula, hastaneye gitmek için izin alması gerekir… Kudüs’te doğan Filistinliler tek tek orada yaşama hakkından yoksun bırakılıyorlar, geçimlerini kazanmaları engelleniyor, barınma izinleri ellerinden alınıyor vb. Filistinliler Gazze şeridi için “yeryüzünün en büyük toplama kampı” gibi sorunlu bir klişeye başvururlar – fakat geçen yıl, bu tanımlama çok tehlikeli bir şekilde gerçeğin ta kendisi olmaya yaklaştı. Bütün o soyut “barış dualarını” ayıp ve ikiyüzlü kılan temel gerçek budur. İsrail Devleti açık bir şekilde bütün medyanın görmezden geldiği, görünmez, yavaş bir süreç içinde, bir tür köstebeğin yeraltında tünel kazması gibi, çalışmaktadır ve bir gün dünya uyanıp artık Filistin’in Batı Yakası diye bir şey olmadığını, toprakların Filistinlilerden arındırılmış olduğunu ve bize bu olguyu kabul etmekten başka yapacak bir şey kalmadığını görecek.

2008’in son aylarında, yasadışı Batı Yakası yerleşimcilerinin Filistinli çiftçilere yönelik saldırıları günlük düzenli bir biçim aldığında, İsrail Devleti bu aşırılıkları dizginlemeye çalıştı (Yargıtay bazı yerleşimlerin boşaltılmasını emretti vb.); ama birçok gözlemcinin belirttiği gibi, bu önlemler daha derin bir düzeyde, gönülsüz bir şekilde, İsrail’in kendisinin imzaladığı uluslar arası anlaşmaları büyük ölçüde çiğneyen İsrail Devleti’nin uzun vadeli politikası olan bir politikayı geçersizleştirmiş gibi görünüyor. Yasadışı yerleşimcilerin İsrail yetkililerine verdikleri yanıt temelde şu: biz de sizin gibi yapıyoruz, ama daha açık yapıyoruz, sizin bizi kınamaya ne hakkınız var? Devletin yanıtı da temelde şu: sabırlı olun, acele etmeyin, biz de sizin istediğinizi yapıyoruz, sadece daha ılımlı ve makul bir şekilde… Aynı hikaye 1949’dan beri devam ediyor gibi: İsrail uluslar arası topluluğun önerdiği barış koşullarını kabul ederken, barış planının yürümeyecek olmasına güveniyor. Yaban yerleşimciler bazen Wagner’in Die Walkiere’sinin son perdesindeki Brunhilde gibi görünüyor, Brunhilde Wotan’ın kesin emrini çiğniyor ve Siegmund’u Siegmund’un, Wotan’ın dış baskılar altında dile getirmek zorunda kaldığı asıl arzusunu gerçekleştirdiğini söyleyerek savunuyordu; yasadışı yerleşimciler de aynı şekilde Devletin uluslar arası topluluğun baskısı yüzünden reddetmek zorunda kaldığı asıl arzusunu gerçekleştiriyor. İsrail Devleti bir yandan “yasadışı” yerleşimlerin açık şiddet yüklü aşırılıklarını kınarken, yeni “yasal” Batı Yakası yerleşimlerini teşvik ediyor, Filistin ekonomisini boğmayı sürdürüyor vb. Doğu Kudüs’ün haritasındaki sürekli değişimlere, Filistinlilerin ağır ağır kuşatıldığı ve yerlerinin azaltıldığı o haritalara bakmak, her şeyi anlatıyor. Devlet-dışı Filistin karşıtı şiddetin kınanması asıl devlet şiddeti sorununun üstünü örter: “yasadışı” yerleşimlerin kınanması “yasal” olanların yasadışılığının üstünü örter.

Dahası, Ortadoğuda barışın Batılı liberal savunucuları, Filistinliler arasındaki, uzlaşma ve barışa inanan demokratlarla radikal Hamas köktencilerini karşı karşıya getirdikleri zaman, bu iki kutbun kökenini görmeyi başaramazlar: İsrail ve ABD’nin Filistinlileri el Fetih’in hakim konumunu çökerterek güçsüzleştirmeye yönelik uzun ve sistemli çabasıdır bu köken ve üstelik bu çaba daha beş altı yıl öncesine kadar Hamas’a finansal destek verilmesini de içeriyordu. Bunun üzücü sonucu Filistinlilerin artık Hamas köktenciliğiyle Fetih yozlaşması arasında ikiye bölünmüş bir halde kalması: güçsüzleşen el Fetih artık Filistinlilerin temel özlemlerini gerçekten temsil eden (ve tam anlamıyla barış getirebilecek bir konumda olan) hegemon kuvvet değil; Filistinlilerin büyük kısmı onu günden güne gerçek haliyle görüyor, yani onu “demokrat” Filistinlilerin temsilcisi sayan ABD’nin desteklediği sakat bir kukla. Aynı şekilde, ABD Irak’ta Saddam’ın temelde seküler olan otoriter rejiminden kaygılanırken, müttefikleri olan Pakistan’ın “Talibanlaşması” yavaş ama tavizsiz bir şekilde ilerledi: Taliban’ın denetimi artık Pakistan’ın en büyük şehri olan Karaçi’nin çeşitli yerlerine yayılmış durumda. Gazze’de “köktencilerin denetimde olduğunu” görmek çatışmanın her iki tarafının da ortak çıkarına geliyor: bu durum köktencilerin mücadeleyi tekeline almasını ve İsraillilerin uluslar arası sempati toplamasını sağlıyor. Buna bağlı olarak, köktenciliğin yükselişine herkes kaygılanırken, kimse gerçekten Filistinliler arasında İsrail’e karşı seküler bir direniş çıkmasını istemiyor. Peki gerçekten de böyle bir direnişin kesinlikle var olmadığı doğru mu? Peki ya Ortadoğu çatışmasında gizlenen iki şey, yani seküler Filistinliler ve Siyonist köktenciler varsa? Arap köktencilerinin seküler terimlerle tartıştığını ve Yahudi seküler Batılıların teolojik akıl yürütmeye başvurduğunu görebiliyoruz:

“Tuhaf olan şey seküler Siyonizmin tanrıyı bir sürü dinsel fikre boğmasıdır. Aslında, İsrail’deki gerçek inananlar dinsizdir. Ortodoks bir Yahudinin dinsel yaşamında tanrının aslında çok kıyıda kalmasından kaynaklanır bu. Ortodoks entelektüel elitin bir üyesinin tanrıdan çok fazla bahsetmesinin bir bakıma ‘ciddiyetsiz’ sayıldığı bir dönem vardı: Talmud incelemesi gibi soylu bir davaya (yasanın sürekli genişlemesi ve ondan kaçınma hareketine) kişinin kendini yeterince adamadığının bir göstergesi sayılırdı bu. Kaba seküler Siyonist yaklaşım, tanrıyı bir tür şahit yerine koyup fazla ciddiye aldı. Üzücü olan şey, artık gitgide daha çok Ortodoks Yahudinin gerçekten de tanrıya inandıklarına inanıyor olması.”

İdeolojik açıdan karmaşık olan bu durumun paradoksal sonucu, bugün bizim kendi kendinden bahsetmenin aşırı noktasına varmış olan anti-Semitizmin son versiyonuna tanık olmamız. Yahudilerin “aklın kamusal kullanımı” alanının ortaya çıkmasındaki ayrıcalıklı rolü, onların bütün Devlet ve İktidarlardan çıkartılmalarıyla bağlantılıdır – onları evrenselliğin dolayımsız cisimlenmesi kılan şey, bütün organik Ulus-Devlet topluluklarında var olan tektanrıcılığın soyut-evrensel doğası değil, Yahudilerin bu “paysız pay/kısımsız kısım” konumlarıdır. Bu yüzden, Yahudi Ulus-Devletinin kurulmasıyla birlikte yeni bir Yahudi figürünün ortaya çıkmasına şaşmamak gerek: İsrail Devletiyle özdeşleştirilmeye karşı koyan, İsrail Devletini gerçek evi olarak görmeyi reddeden, kendisini Devletinden “çıkartan” ve İsrail Devletini de belli bir mesafe koymak için çaba harcadığı, aralıklarında yaşadığı devletlerden biri olarak gören bir Yahudi – ve işte insanın ister istemez “Siyonist anti-Semitizm” diye adlandırdığı, Ulus-Devlet topluluğunu rahatsız eden o yabancı fazlalık, işte bu esrarengiz Yahudidir. Bu Yahudiler, “Yahudilerin kendilerinin Yahudileridirler [Yahudiler için/arasında Yahudidirler]” ve Spinoza’nın değerli halefleri olarak günümüzde “aklın kamusal kullanımı” üzerinde ısrar eden, akıllarını Ulus-Devletin “özel” alanına teslim etmeyi reddeden Yahudiler onlardır.

1968’in mirası üzerine bir araştırma olan Şimdinin Kibiri adlı yeni kitabında Jean-Claude Milner böyle bir okumaya radikal bir biçimde karşı koyuyor. Bu kitap aynı zamanda Alain Badiou’nun Yüzyıl adlı kitabına bir yanıt olarak da okunabilir, Badiou’nun “Yahudi isminin” politik-ideolojik içerimlerini araştırmasına bir yanıt olarak da. Örtük, ama tam da bu nedenle çok daha yoğun olan Badiou diyaloğunda, Milner XX. yüzyılın radikal bir şekilde farklı bir teşhisini önerir. Başlangıç noktası Badiou’nunkiyle aynıdır: “bir isim yol açtığı ayrımlar nereye kadar giderse oraya kadar geçerlidir.” Önemli olan Efendi-Gösterenler, karmaşık durumu açık bir ayrım halinde basitleştirerek kendi alanlarını daha berrak hale getirenlerdir – evet ve hayır, taraf ya da karşı taraf. Milner devam eder: “Ama bakın ne oldu: bir gün, (görkemli ya da uğursuz) bir geleceği olan isimlerin artık ayrım yapamadığı anlaşıldı; ve tümüyle işe yaramaz olarak bir kenara itilen isimler, onarılması güç ayrımlara yol açtı” (21-2). Bugün artık ayırmayan, tutkulu bir bağlılık uyandıran ama kayıtsız kaldığımız isimler, aslında geleneksel olarak en harekete geçirici rol görmesi beklenen (“işçiler,” “sınıf mücadelesi” gibi) isimlerdi, buna karşılık ayırıcı yönlerinden yoksun bir halde ortaya çıkanlar da şiddetli bir şekilde yeniden ayırıcı rolleriyle ortaya çıktı – bugün, Yahudi ismi “konuşan varlıkları birbirinden çok keskin bir şekilde ayırmaktadır”: “Bilginin öngördüğünün tersine, XX. yüzyılın doruk noktası toplumsal devrim biçimini almadı; bir kıyım biçimini aldı. Devrimin vaat ettiklerinin tersine, kıyım sınıfları göz ardı etti ve hiçbir sınıf anlamı olmayan bir isme sabitlendi. Ekonomik bile olmayan bir isme. Nesnel bir anlamın gölgesi olmayan bir isme” (214). Milner’ın vardığı sonuca göre “XX. yüzyılın tek gerçek olayı Yahudi isminin dönüşüydü” (212) – bu dönüş Yahudilerin kendileri için de uğursuz bir sürpriz oldu. Yani, Yahudilerin modern Avrupa’da özgürleşmesiyle birlikte, yeni bir Yahudi figürü ortaya çıkmıştı: (Talmud’u, yani teolojik köklerini) incelemenin yerine evrensel (bilimsel) bilgiyi geçiren “bilgili Yahudi”. Seküler bilimlerde üstün başarı gösteren Yahudiler vardır ve bu yüzden Marksizm Yahudi entelektüeller arasında bu kadar yaygınlaşmıştır: (Laplace’a rağmen, gururla “Cumhuriyetin bilimcilere ihtiyacı yok” diyen Jakobenlerin ya da bilgiyi günah sayan binyılcıların tersine) kendisini “bilimsel sosyalizm” olarak sunduğu, bilgiyle devrimi birleştirdiği için. Marksizmle birlikte, eşitsizlik/adaletsizlik ve onun aşılması bir bilgi nesnesi haline geldi (201). Bu yüzden Aydınlanma Avrupalı Yahudilere bilimsel bilginin evrenselliği içinde, isimlerini, geleneklerini, köklerini görmezden gelerek bir yer bulma şansı sunmaktadır. Fakat bu düş, acımasız bir şekilde holokostla sona erdi: “bilgi Yahudisi” Nazi kıyımından kurtulamadı – bunun travması da bilginin buna izin vermiş, ona karşı duramamış, onun karşısında çaresiz kalmış olmasıydı. (Bu çaresizliğin izleri Ernst Cassier ile Heidegger arasındaki o ünlü 1929 Davos tartışmasında da görülür, Heidegger Cassier’e edepsizce kaba davranmış, oturumun sonunda elini sıkmayı bile reddetmişti vb.)

Avrupa Solu bu kopuşa nasıl tepki verdi? 1968, Solcu entelektüellerin işleyiş tarzında radikal bir kırılmaya karşılık gelir. 1950’lerde, Komünist yoldaşlar olan entelektüeller iki aksiyoma uyuyorlardı, bunların biri açık seçikti, diğeri örtüktü: “anti-Komünist bir köpektir” (Sartre); bir entelektüel hiçbir koşulda, kesinlikle Komünist Partiye katılmamalıdır (29). Milner bu tutumu, Zenon’un Akhilleus ve kaplumbağa paradoksuna anıştırmayla “Zenonizm” olarak niteler: bir yoldaş Komünist Partili kaplumbağaya göre Akhilleus’tur: dinamiktir, daha hızlıdır, Partiyi geçer, ama hep geride kalır, yani ona hiçbir zaman ulaşamaz… 1968’de bu oyun sona erdi: 1968 “burada-ve-şimdi” göstergesi altındaydı, ŞİMDİ bir devrim istiyordu, erteleme kabul etmiyordu – kişi ya Partiye katılırdı ya ona karşı olurdu (Maocular gibi). Başka deyişle, 1968 kitlelerin çokluğunun saf radikal etkinliğini serbest bırakmak istedi (bu anlamda, Maocu “tarihi yapan kitleler” edilgen Faşist “kalabalıklarla” karşı karşıya geliyordu) – kişinin bu etkinliği aktarabileceği bir Öteki, bir Başka Yer yoktu. (Bu saf etkinliğin bir filozofu aranacaksa, o Deleuze’dü.)

Milner’ın kitabının özünü, Mayıs 1968’den çıkan temel politik örgütün, yani Maocu Proleter Solun (la Gauche prolétarienne) ayrıntılı bir çözümlemesi oluşturuyor. Dağıldığı zaman, üyelerinden bir kısmı (Benny Levy gibi) Yahudi ismine sadık kalmayı yeğledi, diğerleri Hıristiyan maneviyatını seçti. Milner’a göre, Proleter solun bütün etkinliği bir isim telafuz etmeyi reddetmeye, belli bir onaylamamaya dayanıyordu. Milner hoş bir Magritte imgesi öneriyor: ortasında bir pencere olan bir oda ve pencereden görünen manzarayı kapatan ve engelleyen bir resim; resimdeki sahne insanın pencereden bakınca göreceği dışarıyı birebir olarak kopyalamaktadır. İdeolojik yanlış tanımanın işlevi de budur: gördüğümüz şeyin gerçek boyutunu görünmez kılar (183). Proleter Sol örneğinde, bu görünmeyen boyut Yahudi ismiydi. Yani, Proleter Sol onun bütün bir Fransız politik kurumuna yönelik radikal muhalefetini Faşist işgale karşı Direnişin sürdürülmesi olarak yasallaştırdı: Fransız politik yaşamına hâlâ Petain döneminin işbirlikçileriyle doğrudan bir süreklilik içinde olan kişilerin hakim olduğunu teşhis etmişlerdi. Fakat, doğru düşmanı saptasalar bile, Faşist rejimin asıl hedefinin Sol değil Yahudiler olduğu gibi bir gerçeği dile getirmediler. Kısacası, olayın kendisini gerçek boyutunu görünmez kılmak için kullandılar, tıpkı kendi Yahudiliğini bir Yahudi olmanın gerçek özünü silebilmek için yeniden tanımlamaya çalışan “bilgi Yahudisi” gibi.

Eleştirel bir çözümlemenin başlaması gereken yer işte budur. Milner sınıf mücadelesinin vb. artık ayırıcı isimler olmadığını, onların yerini gerçekten ayırıcı isim olan “Yahudinin” aldığını öne sürdüğü zaman, (kısmen doğru) bir olguyu betimler, ama bu olgu ne anlama gelir? Bu aynı zamanda anti-Semitik “Yahudi” figürünü sınıf mücadelesinin metaforik bir vekili olarak okuyan klasik Marksist anti-Semitizm kuramı açısından da yorumlanamaz mı? Sınıf mücadelesinin ortadan kalkması ve anti-Semitizmin (yeniden) ortaya çıkması bu yüzden aynı paranın iki farklı yüzüdür, çünkü anti-Semitik “Yahudi” figürünün mevcudiyeti sadece sınıf mücadelesinin namevcudiyetinin zemininde anlaşılabilir. Walter Benjamin (Milner onu bir otorite ve Yahudiliğin dinsel boyutuna sadık kalan ve bu yüzden bir “bilgi Yahudisi” olmayan Marksist bir Yahudi olarak anar) çok uzun zaman önce Faşizmin her yükselişinin başarısız bir devrime tanıklık ettiğini söylemişti – bu tez hem bugün hâlâ geçerlidir, hem de belki de her zamankinden daha yerindedir. Liberaller Sol ve Sağ “aşırılıklar” arasındaki benzerlikleri göstermeye bayılır: Hitler’in terörü ve kampları Bolşevik terörü taklit etmişti, Leninist parti bugün el Kaide’de yaşıyor – evet, ama bütün bunların anlamı ne? Bu aynı zamanda Faşizmin tam anlamıyla Solcu devrimin yerini aldığının (onun yerine geçtiğinin) bir belirtisi olarak da okunabilir: Faşizmin yükselişi Solun başarısızlığıdır, ama aynı zamanda Solun harekete geçiremediği bir devrimci gizilgücün, tatminsizliğin var olduğunun da kanıtıdır.

Notlar:

Claude Lefort, The Political Forms of Modern Society: Bureaucracy, Democracy, Totalitarianism, Cambridge: MIT Press 1986.

Jacques Rancière, Hatred of Democracy, Londra: Verso Books 2007.

Moishe Postone, “History and Helplessness: Mass Mobilization and Contemporary Forms of Anticapitalism,” Public Culture, 2006 18:1.

Jane Perlez veir Zubair Shah, “Taliban Exploit Class Rifts to Gain Ground in Pakistan,” New York Times, 16 Nisan 2009.

Thomas Altizer, kişisel görüşme.

Thomas Frank, What’s the Matter with Kansas? How Conservatives Won the Heart of America, New York: Metropolitan Books 2004.

Tobias Duck, “Israel drafts West Bank expansion plans,”Financial Times, 2 Mart 2009.

Saree Makdisi, Palestine Inside out: An Everyday Occupation, New York: Norton 2008.

Noam Yuran, kişisel görüşme.

Jean-Claude Milner, L’arrogance du présent. Regards sur une décennie: 1965-1975, Paris: Grasset 2009. Parantez içindeki sayılar bu kitabın sayfalarına göndermedir.

(Kaynak: The Palestinian Question, lacan.com – çeviren: Sabri Gürses.)