Orhan Veli’nin Annesi

Posted by on Ekim 25, 2010 in Deneme, Tarih, Yorum

“Benim annemin de başı örtülüydü, türbanlı değildi ama, örtülüydü,” diyor yaşlı başlı adam, bir eğitim sendikasının temsilcisi – oldukça aklı başında birtakım açıklamalar getirirken eğitim ve insan hakkı sorunlarına. Okulların ne kadar kalabalık sınıflarla dolu olduğundan bahsederken, belki de uyuşturucu sorununa değineceği sırada, elli dakikadır dinin emirlerine ilişkin yorumları dinleyen ve dinleten sunucu herhalde kulaklıktan stüdyo şefinin verdiği emirle programı kapatıyor. Liberal bir kanalın toplumsallığı bu kadar. Tıraş bıçağı, gofret, araba, kadın bağı, gazoz, banka borcu gibi nesnelerin reklamı başlıyor. Sonra, yabancı film var sırada. Çevirmenlerine kadın erkek yakınlaşmalarıyla ilgili kısımlarda dikkatli çeviri yapmaları sipariş edildiği – ve görüntüleri zaten kesildiği – için tuhaf bir dille seslendirilmiş olan filmde, New York polislerinin takır takır konuşturduğu silahların sesleri en doğru çeviriyle geliyor ekranlara. Birazdan, yerde yatan yaralı bir adama doğrultulmuş bir silahın namlusu ekranı kaplarken, ekranın altından mavi mavi bulutlar, sevimli mi sevimli bir gülen televizyon animasyonu gelecek, “iyi uykular çocuklar” yazısı belirecek yanında. Bu olanlar 1984 adlı romanın bir uyarlaması değil, Türkiye’de sıradan bir gece, saat dokuz otuz.

Çeviribilimciler olarak belki yeterince farkında değiliz, fakat Türkiye’de çeviri tarihçiliği ciddi bir paradigma ve yorum değişikliğine doğru sessizce ilerliyor. Bu değişimin başka bilim ve sanat dallarında yaşanması, çevirinin uygulamalı sahasında iyiden iyiye ve olağan sayılmak üzere yerleşmesi değişimi belli ölçüde görünmez kılıyor. Fakat değişim aslında açık ve kesin. Sadece çeviri işlerindeki, kitap ve film gibi değişik medyumlardaki çevirilere yerleşmeye başlayan neo-Osmanlıca-eski Türkçe bir üslup; çevirmenlerin cinsellikle, yaşam tarzıyla, politikayla vb. ilgili özel otosansürleri ya da kurumsal otosansür talepleri; çeviri yayıncılığı politikalarının değişimi değil sözkonusu olan değişim, bundan daha köklü bir şey değişmenin eşiğinde. Türkiye çeviri tarihinin temel ve kurucu dönemlerinden birinin Milli Eğitim Bakanlığı ya da Milli Maarif’in 1940 yılında başlattığı çeviri yayıncılığı olduğu paradigması değişecek – çünkü bu yayıncılık, başı örtülü ve başı örtüsüz anneleri karşılaştırmak zorunda kalan insanları üretmek üzere yapılmamıştı; tam tersine, böyle bir karşılaştırmayı akıllarına bile getirmeyecek insanları umut eden çevirmenler, insanlar tarafından yapılmıştı.

Aslında bu değişimi zorlama çabası, çok geç değil, daha 1950’lerde bu yayıncılığa yön değiştirtilmesi, kısa süre sonra da bu yayınların durdurulmasıyla başlamıştı. Fakat mucizevi bir şekilde, çeviribilimciler çeviri tarihini yazarken bu dönemi bir başlangıç, bir merkez dönem olarak ele aldılar ve Türkiye’nin çeviri tarihi büyük ölçüde bu aydınlanma dönemi çevresinde yazıldı. Şimdi, akademik dünyanın yeni yapılanmasının da katkıda bulunmasıyla, bu tarihin yeniden yazılması çok şaşırtıcı olmayacak.

Fakat içinde yaşadığımız ortam şaşırtıcı, şaşırtıcı ve utandırıcı. Orhan Veli, Milli Maarif’e çevirmenlik ve editörlük yaptığı sırada, iki çevirmen ve şair arkadaşıyla Garip akımını kurmuş, gerçeküstücü edebiyattan çeviriler yapmış bir şairdi. Tercüme dergisine tazelik kattı, uyaklı ya da vezinli şiiri kırıp vezinsiz ya da uyaksız şiiri, serbest şiiri başlattı. Kısa pantolonla gezerdi bazen şehirde, Garip dergisinde gericiliğe karşı yazılar yazardı. 1950’de otuz altı yaşında, büyük olasılıkla sarhoş ama kesinlikle genç öldü. Mustafa Kemal’le aynı yıl doğan babası ondan üç yıl sonra öldü, babasından on üç yaş küçük annesiyse on iki yıl daha yaşadı. Bugüne dek kimse Orhan Veli’nin annesinin başı açık mıydı, örtülü müydü, merak etmedi. Kimse Orhan Veli’nin okurları açık mıydı, örtülü müydü, merak etmedi. Şimdi “benim annemin de..” diye başlıyor sözüne, belki de Zübeyde Hanım İlkokulu’nda çalışan bir eğitimci. Bu dönüşümün çeviri tarihçiliğine yansımaması çok güç görünüyor. Büyük olasılıkla bu çeviri tarihçiliğinin başlangıç olarak kabul ettiği dönüm noktalarından biri, Mehmet Akif’in Kuran çevirisi yapmayı reddettiği söylencesi olacak.