Babalar ve Oğullar

Posted by on Aralık 17, 2006 in Güncel

Paris Review adlı derginin, Sonbahar/Kış 2005 sayısında tarihçi, çevirmen ve edebiyat gazetecisi Angel Gurria-Quintana’nın Orhan Pamuk’la yaptığı bir söyleşi yayınlanmıştı. Prospect dergisi bu söyleşinin büyük bir kısmını Aralık 2006 sayısında yeniden yayınladı. Söyleşi oldukça kapsamlı, ilginç bir söyleşi. Söyleşide Kars adlı romanın çalışmaları üzerine ilginç bir bölüm var. Pamuk, Kars’a kamerayla gittiğini, kayıt yaptığını, fakat turist olarak değil bir basın kartıyla gittiğini anlatıyor. Gittiği zaman belediye başkanı ve polis müdürüyle görüşerek geldiğini haber verdiğini, böylece sokakta onu tutuklamalarına engel olmak istediğini; fakat buna rağmen sokakta polislerin onu tutukladığını söylüyor. (“Actually, some of the police who didn’t know I was there did pick me up, probably with the intention of torturing me. Immediately I gave names – I know the mayor, I know the chief… I was a suspect character.”)

Angel Gurria-Quintana daha sonra Financial Times için Kars adlı romanın değerlendirmesini kaleme alıyor. Vardığı sonuç biraz karanlık: “Orhan Pamuk’un son romanının merkezinde ivedi bir sorun yatıyor: ‘Batı hiçbir şekilde ona benzemeyen düşmanları tarafından elde edilen herhangi bir demokrasiye tahammül edebilir mi?’ Türk yazarın yorucu politik aşırıcılık hikayesine bakılırsa, yanıt hayır …”

Angel Gurria-Quintana, OECD genel sekreteri olan Angel Gurria’nın oğlu. Angel Gurria, Ekim 2006’da Ankara’ya gelerek OECD 2006 Türkiye Raporu’nu açıklayan kişi.

Bu açıklama Korkmaz İlkorur‘a göre oldukça anlamlı: “Meksika’da bir kez Maliye Bakanlığı, bir kez de ekonomi bakanlılığı yapmış, Meksika’da önemli reformlar gerçekleştirmiş olan ve ekonomik ve sosyal kalkınma konularında oldukça yetkin bir kişi olan genel sekreterin görevine kısa süre önce başlamasına rağmen bu önemli raporu bizzat Türkiye’ye gelerek ve özellikle de Ankara’da açıklaması fevkalade anlamlıdır.”

Angel Gurria 4 Aralık 2006’da İsveç Prensesi Victoria’yla görüşmüş. İsveç prenseslerinden biriyle Orhan Pamuk da Nobel yemeğinde görüşmüş: “Bense Kral’ın ablasının yanında oturuyordum. Çünkü, ailede edebiyatla ilgili olan kişi oymuş. Bütün kitaplarımı okumuş zaten. Ben yanına oturduğumda, “Siz edebiyat meraklısıymışsınız” dememe kalmadan, o benim bütün kitaplarımı okuduğunu söyledi ve İstanbul’u çok sevdiğini dile getirdi. Çok nazik bir kadındı. Kendisi edebiyat meraklısı olduğu için, neredeyse kırk yıldır edebiyat ödülünü alanlarla o sohbet edermiş. Marquez şunu yaptı, Soljenitsin bunu yaptı diye biraz da dedikodu yaptık kendisiyle.”

Pamuk, Nobel töreninde babasından bahsetmeden önce, 2005 söyleşisinde, Angel Gurria’nın oğluna kendi babasından bahsediyor:

“Artık beni izleyenlerin büyük ölçüde ulusal olmadığının farkındayım. Ama yazmaya başladığım zaman bile, çok daha geniş bir okur grubuna ulaşıyor olabilirim. Babam bazı Türk yazar dostlarının arkasından onların sadece ulusal izleyicilere hitap ettiğini söylerdi. İster ulusal ister uluslararası olsunlar, insanın okurlarının farkında olması gibi bir sorun sözkonusu. Ben artık bu sorunu gözardı edemem. Son iki kitabım yeryüzünde yarım milyondan fazla okura ulaştı. Onların varlıklarının farkında olduğumu reddedemem. Diğer yandan, hiçbir zaman onları tatmin edecek şeyler yaptığımı hissetmiyorum. Ayrıca bunu yapsam okurlarımın bunu hissedeceğine inanıyorum. Daha en baştan, bir okurun beklentilerini sezer sezmez ondan uzak durmayı iş edindim. Cümlelerimin kompozisyonu bile – okuru bir şeye hazırlayıp sonra onu şaşırtıyorum. Belki bu yüzden uzun cümleleri seviyorum.”

Babalar ve oğullar: oğullar ulus ötesine geçiyor. Karmaşık bir durum, yazar uluslar ötesine geçerken, çevirmen belki de hep ulus ya da cemaat içinde kalıyor. Pamuk, yarım milyon okura aynı cümle kompozisyonuyla, aynı uzun cümlelerle ulaştığına inanıyor. Uluslararası yazarın ideal çevirmeni alabildiğine ulusal mı olmalı? Yoksa dil de uluslararası bir standartlaşmaya doğru mu gidiyor?

Angel Gurria-Quintana: Avrupa ve ABD’de kitaplarınız için genel olarak olumlu bir tepki aldınız. Türkiye’deki eleştirel tepkiler nasıl?
OP: İyi yıllar sona erdi artık. İlk kitaplarımı yayımladığım sırada, bir önceki yazar kuşağı ortadan kalkıyordu, bu yüzden yeni bir yazar olduğum için hoş karşılandım.
AGQ: Bir önceki kuşak derken kimi kastediyorsunuz?
OP: Toplumsal sorumluluk hisseden yazarlar, edebiyatın ahlak ve politikaya hizmet ettiğine inanan yazarlar. Onlar düz gerçekçilerdi, deneysel değildiler. Yoksul ülkelerin çoğundaki yazarlar gibi, yeteneklerini uluslarına hizmet etmek isteyerek harcadılar. Ben onlardan biri olmak istemedim, çünkü gençliğimde bile Faulkner, Virginia Woolf, Proust’tan hoşlanırdım – Steinbeck ve Gorky’nin toplumcu-gerçekçi modelini beğenmezdim. 1960’larda ve 1970’lerde üretilen edebiyat demode oluyordu, o yüzden ben yeni kuşağın bir yazarı olarak hoş karşılandım.
1990’ların ortalarından sonra, kitaplarım Türkiye’de kimsenin hayal etmediği kadar çok sayıda satmaya başlayınca, benim Türk basını ve entelektüelleriyle olan balayımın sona erdiği anlaşıldı. O zamandan sonra, eleştirel tepkiler daha çok tanıtım ve satışa yönelik bir tepkiydi, kitaplarımın içeriğine değil. Artık, ne yazık ki, politik yorumlarımla ünlüyüm – çoğu da uluslararası söyleşilerden derlenmiş ve beni gerçekte olduğumdan daha radikal ve politik açıdan aptal göstermek isteyen bazı Türk ulusalcı gazeteciler tarafından utanmazca çarpıtılan yorumlarımla.”

Çevirmenlerin de kuşakları var mıdır? Çevirmenler dil yeteneklerini ne için harcıyorlar? Şimdi geriye bakarken, şöyle söyleyebilir miyiz: “Daha önceki kuşaklar toplumcu çevirmenlerdi. Yoksul ülkelerin çoğundaki çevirmenler gibi, yeteneklerini uluslarına hizmet etmek isteyerek harcadılar.” Kimbilir, belki. Ama bu arada, acaba, ulus ve toplum demode olurken yerine krallıklar ve şirketler ya da babalar ve oğullar mı geliyor?

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir