Dostoyevski’yi Kim Sansürlüyor?

Posted by on Aralık 26, 2006 in Güncel

Tek bir cümlenin iki farklı çevirisi: “Hayvan, hiçbir zaman insan kadar zalim, bu işlerde usta olamaz.” / “Vahşi hayvanlar hiçbir zaman insanlar kadar korkunç, neredeyse sanatsal vahşilikler yapmazlar.” Hangi çeviri sansürlenmiş?
Dostoyevski’nin sansür edildiğini düşünenler Dostoyevski’yi gerçekten okumuş olabilir mi? Karamazov Kardeşler‘in dördüncü bölümünün ulusları aşan ve insanın bütün doğaya ve hayata karşı işlediği suçlara karşı çığlık atan içeriğinin herhangi bir ulusal oynamayla çarpıtılabileceğine inanıyor olabilirler mi? Rusça aslından çeviri yapan, gerçek bir Dostoyevski çevirmeninin çevirdiği eserin içeriğiyle hiçbir bağ kurmamış olduğuna inanıyor olabilirler mi? Mesleki kimliğe hakaret olması bir yana, bu insan olarak çevirmene yönelik bir hakaret sayılmaz mı?
Ya “sansür yapılmış, Dostoyevski katliamdan bahsediyor, bu çevrilmiyor” diyenler, bambaşka bir sansür yapmış, başka katliamları, çevirmen katliamını sansürlemiş, hatta Dostoyevski’nin eserini televizyonun basit bir akşam bültenine indirgeyerek o eseri sansürlemiş oluyorlarsa?
Aşağıda Karamazov Kardeşler‘in konu edilen dördüncü bölümünün iki çevirisi yan yana yer alıyor: Ergin Altay’ın çevirisiyle Koray Karasulu’nun çevirisi. Çeviriler arasındaki farkı yaratan şey ne tür çeviri kararlarına dayanıyor, İvan Karamazov’un belagati etnik hakaret mi içeriyor, okur kendisi karar versin. (Karasulu çevirisi kendi elektronik metninden izniyle alınmış, Altay çevirisiyse kitaptan taranmıştır, bu nedenle bazı küçük harf hataları olabilir.)

Çeviren: Ergin Altay, Karamazov Kardeşler, İletişim Yayınları

 

BAŞ KALDIRMA

 

– Bir itirafta bulunmalıyım sana, diye başladı İvan, kişinin yakınla­rını sevebilmesine hiçbir zaman akıl erdirememişimdir. Bence özel­likle yakınlarını sevemez kişi, onları sevemeyince yabancıları da hiç sevemez elbette. “Merhametli İohanna (bir azizdir) ilgili bir yazı okumuştum bir zamanlar. Günün birinde soğuktan eli ayağı tutma­yan, aç bilaç, bir yolcu çalmış kapısını, ısınmak için içeri girmesine izin vermesini dilemiş. Merhametli İohan donmak üzere olan adamı götürüp kendi yatağına yatırmış, sarılmış ona, adamın korkunç bir hastalık sonucu cerahatlanmış, pis kokan ağzına ağzını dayamış, so­luk vermeye başlamış. Bunu kendisi zorlayarak, görevinin sevmek olduğuna inandığı için, dinsel bir ceza kabul ettiği için yaptığı kanı­sındayım. İnsanın sevilebilmesi için yüzünü saklaması gerekir. Yüzü­nü birazcık gösterdi mi sevgi yok olur.

Zosima dede de aynı şeyi birçok kez söylemiştir. İnsan yüzünün, seven tecrübesiz kimselerin çoğunda sevgiyi öldürdüğünü söylerdi. Ama insanlığın da çok çeşitli sevgisi vardır, hem İsa’nın sevgisine benzeyen bir sevgidir bu, biliyorum bunu İvan…

Ne var ki, ben bilmiyorum, anlayamıyorum da… Benim gibi mil­yonlarca insan da bilmiyor. Önemli olan şu, kişioğlunun kötü özel­liklerinden mi ileri geliyor bu, yoksa yaratılışı mı böyle. Bence

İsa’nın insanlara beslediği sevgi, yeryüzü için bir tür mucizedir. Öyle ya, bir Tanrıydı o. Ama bizler Tanrı değiliz. Şöyle düşünelim, sözgeli­mi ben çok derinden acı çekiyorum diyelim, ama benim ne denli de­

rin bir acım olduğunu başka birisi anlayamaz, çünkü ben değildir o, bir başkasıdır. Hem şu da var, kişioğlu başka birisinin derin acı çektiğini (sanki bu marifetmiş gibi) kabul edemez. Niçin kabul edemez acaba, ne dersin? Çünkü iğrenç kokuyorum, aptal bir yüzüm var, çünkü bir zamanlar ayağına basmıştım… Sonra acının da türleri var­dır: Beni küçük düşürücü bir acıya, sözgelimi açlığa ses çıkarmaz ve­linimetim, ama buna karşılık bir düşünce için çekilen biraz daha soylu bir acıya gelince izin yoktur… pek seyrek razı olur buna. Çün­kü yüzüme bakıp, öyle bir düşünce için acı çeken bir insanda olma­sını hayal ettiği yüze benzetemez. O anda bütün iyiliklerden yoksun eder beni, hem kötülük düşünerek de yapmaz bunu. Dilenciler, özel­likle soylu dilenciler hiç ortaya çıkmamalı, gazeteler aracılığıyla dilenmelidirler. Yakınlarımıza, bazen uzaktan bile, soyut bir sevgi bes­leyebiliriz, ama yakından hemen hiçbir zaman olamaz bu. Her şey ti­yatrodaki, balodaki gibi olsa, dilenciler yırtık pırtık ipek giysileriyle gelseler, zarif danslar ederek dilenseler, eh, o zaman hoşlanılabilir onlardan. Hoşlanılır, ama gene de sevilemez. Artık yeter bu konu. Düşüncelerimi açıklamam gerekiyordu sana, o kadar. Genel olarak kişioğlunun acısından söz etmek istiyordum, ama iyisi mi yalnızca çocukların acılarından konuşalım. Gerçi delil gösterme olanağımı on kat azaltacak bu, ama gene de çocuklardan söz edelim. Bu benim za­rarıma elbette. Bir kere, çocuklar yakından bile sevilebilir. Hatta pis, yüzleri çirkin olanlar (bana sorarsan çocuğun çirkin yüzlüsü olmaz) da sevilebilir. Sonra, büyüklerden söz etmememin, onların iğrenç ol­masından, sevgiyi hak etmediklerinden başka bir nedeni daha var. Cezalıdırlar: Elmayı yiyip iyiyle kötüyü öğrendiler, “Tannlaştılar.” Hâlâ da yemekten vazgeçmiyorlar… Ama çocukların bir şey yedikleri yok, şimdilik suçsuzdurlar. Çocukları sever misin Alyoşa? Sevdiğini biliyorum, şimdi yalnız onlardan söz etmek istememin nedenini de anlıyorsundur. Yeryüzünde onlar da korkunç acılar çekiyorlarsa ba­baları yüzündendir bu, elmayı yiyen babalan yüzünden cezalandırılı­yorlar. Başka bir dünyanın olan bu düşünceyi insan yüreğinin bu dünyada anlayabilmesi olacak şey değildir elbette. Suçsuz, hem de böylesine suçsuz bir yaratığın başkaları yüzünden ceza çekmesi ol­maz! Şaşıracaksın bu sözüme ya Alyoşa, ben de çok seviyorum ço­cukları. Şunu unutma, bazen en kalpsiz, gözü dönmüş, kan emici in­sanlar, Karamazovlar bile çok severler çocukları. Çocuklar çocuk ol­duğu sürece, sözgelişi yedi yaşma dek, insanlardan çı.k uzaktırlar: Bambaşka yaratıklardır sanki. Cezaevinde bir haydut tanımıştım: Soymak için geceleri girdiği evlerin aileleriyle birlikte birkaç da ço­cuk kesmişti. Ama cezaevinde pek sevmeye başlamıştı çocukları. İşi gücü pencereden cezaevinin içinde oynayan çocukları seyrelmekti. Çocukların en küçüklerinden birini penceresinin dibine gelmeye bile alıştırmıştı. Çocuk bayağı seviyordu onu… Bütün bunları sana niçin anlattığımı bilmiyorsun, değil mi Alyoşa? Başımda tuhaf bir ağrı var, içim sıkılıyor. Alyoşa endişeyle:

              Yüzün değişti dedi, kendinde değilsin sanki.

İvan Fyodoroviç, kardeşinin söylediğini duymamış gibi sürdürdü anlatmasını:

              Sırası gelmişken söyleyeyim, Moskova’da bir Bulgar, Çerkezlerin, Bulgaristan’da Slavların baş kaldıracaklarından korktukları için bütün ülkede yaptıklarını anlatmıştı bana: Yakıyor, yıkıyorlarmış; kadınları, çocukları öldürüyorlar, suçluları kulaklarından tahta perdelere çivili­yor, sabaha dek orada öyle bırakıyor, sabah da asıyorlarmış, vb., vb.,

akıl alacak şeyler değil bunlar. Kişioğlunun zalimliğine “canavarca” diye bir sıfat yakıştırılmıştır, ama canavarlara büyük bir haksızlıktır bu: Hayvan, hiçbir zaman insan kadar zalim, bu işlerde usla olamaz. Kaplan yalnızca parçalar, dişleriyle etlerini kopara kopara yer, bitirir avını, elinden gelen budur. Yapabilecek, elinden gelecek bile olsa, in­sanları kulaklarından çivilemeyi aklının ucundan geçirmez. Bu adam­lar çocuklara, onları analarının karnında hançerlenıekten tut da, me­me çocuklarını annelerinin gözü önünde havaya atıp aktan süngüyü saplamaya kadar her şeyi yapmışlar. Annelerinin gözü önünde olması en büyük zevki veriyormuş onlara. Bak merakımı en çok çeken sahne hangisi. Düşün bir kez, korkudan tir tir titreyen bir anne, kucağında yavrusu, içeriye dolan düşman askerleri… Biraz eğlenmek istiyor can­ları: Bebeği okşuyorlar, gülsün diye kahkahalarla gülüyorlar, istedikle­ri oluyor sonunda… bebek gülüyor. Bu anda askerin biri tabancasını iki adımdan yüzüne doğrultuyor. Çocuk kahkahalarla gülüyor, taban­cayı yakalamak için yumuk yumuk ellerini uzatıyor… tanı o anda ar­tist tetiği çekiyor… Güzel bir sahne değil mi?

Niçin anlatıyorsun bütün bunları ağabey? diye sordu Alyoşa.

Bence, şeytan diye bir şey gerçekte yoksa, kişioğlu uydurımışsa onu, kendine bakarak, kendisini örnek alarak uydurmuştur.

– Yani Tanrı gibi.

İvan gülümsedi.

Hamlet’e Polonius’un dediği gibi, taşı gediğine yerleştirmeyi çok iyi beceriyorsun. Kendi sözümle yakaladın beni, ama olsun varsın, memnunum. Kişioğlu kendisini örnek alarak yaratmışsa, iyidir senin Tanrın. Bütün bunları niçin anlattığımı soruyorsun: Gördüğün gibi, birtakım küçük olayları biriktiriyorum. İnanır mısın, gazetelerden,

kitaplardan bu çeşit küçük olayları kesip alıyor, ya da defterime not ediyorum. Oldukça zengin bir koleksiyonum var. Yukarıda anlattığım olay da girdi koleksiyona kuşkusuz… Ama yalancıdır onlar. Bi­zim yaptığımız, Çerkez’lerinkini bastıracak olaylardan da var kolek­siyonumda. Bilirsin, bizde sopa, kırbaç çok geçerlidir, ulusal bir özel­liğimiz olmuştur artık: İnsanları kulaklarından çivilemek anlamsız bir şeydir bizde, ne de olsa Avrupalı sayılırız, ama sopada, kırbaçta bizim olan bir şey vardır. Bırakamayız ikisini. Avrupa’da dayak kalk­mış, sözde hiç kimseyi dövmüyorlarmış artık. Anlayış mı düzelmiş, yoksa insanın başka bir insanı kırbaçlamasını yasaklayan yasalar mı çıkmış, her neyse, bu kez bizdeki gibi ulusal bir yol bulmuş onlar da kendilerine… Öylesine ulusal bir yol ki, her ne kadar elinde kıpırda­ma başlayalı beri toplumumuzun üst tabakalarında benimsenmek is­teniyorsa da, bizde yerleşemez gibi geliyor bana. Fransızca’dan çev­rilmiş nefis bir broşürcük var elimde: Daha pek yakında, topu topu beş yıl önce, sanırım ancak idam edilmeden kısa bir zaman önce töv­bekar olmuş, Tanrıyı tanımış, Rişar adında, yirmi üç yaşında bir haydutun, bir katilin idam edilişini anlatıyor. Rişar piçmiş, daha altı ya­şındayken İsviçreli bir dağ çobanı ailesine armağan etmişler onu, ço­ban ailesi işte kullanmak için büyütmüş Rişar’ı. Çocuk yabani bir hayvan yavrusu gibi yetişmiş. Çobanlar hiçbir şey öğretmemişler ona, hatta daha yedi yaşındayken yağmurlu, soğuk havalarda yarı çıplak, yarı aç, sürünün başında yollamaya başlamışlar onu. Bunda bir kötülük bulmuyorlarmış elbette. Tersine, yaptıklarının doğru ol­duğuna inanıyorlarmış. Rişar bir eşya gibi armağan edilmemiş iniydi kendilerine… yemek vermeyi bile gereksiz buluyorlardı ona. Rişar şöyle anlatıyor: “İncil’deki yolunu şaşırmış evlat gibi müthiş yemek istiyordum; satış için semirtilen domuzların kepek bulamacına bile can atıyordum, onu bile vermiyorlardı. Domuzların yemliğinden ça­lınca da dövüyorlardı. Çocukluğum, delikanlılık çağım böyle geçti. İyice büyüyüp, güçlenip kendim hırsızlığa çıkıncaya dek çektim bunları.” Yabani genç Cenevre’ye gelip bir işe girmiş, gündelik ka­zancını içkiye veriyormuş, yabani bir hayvanmkinden iarksızmış ya­şayışı. Sonunda yaşlı bir adamı öldürüp soymuş. Yakalamışlar onu, idam cezası vermişler. Bu gibi durumlarda fazla duygulu davranmaz­lar orada. Cezaevindeyken Rişar’ın çevresini bir sürü Protestan papa­zı, türlü dinsel kuruluşların üyeleri, yardımsever bayanlar v.b. sarmış. Okuma yazma öğretmişler ona, İncil’i anlatmışlar, vicdanını uyandırmışlar. Birçok düşünceler aşılamışlar, öğütler vermişler ona. Ezmişler onu. Durmadan gevezelik etmişler anlayacağın, sonunda mağrur bir tavırla itiraf etmiş suçunu adamcağız. Mahkemeye bir ya­zı yazarak kendisinin bir canavar olduğunu, ama sonunda mutluluğa eriştiğini, Tanrının onu ışığa kavuşturduğunu bildirmiş. Cenevre ayağa kalkmış, dindar, iyi yürekli Cenevreliler cezaevine koşmuş. Sa­rılıp kucaklamışlar, öpmüşler Rişar’ı: “Kardeşimizsin sen bizim, Tan­rı ışığa kavuşturdu seni!” Rişar duygulu duygulu ağlarmış hep: “Evet, kutsal ışığa kavuştum! Çocukluğumda, ilk gençlik yıllarında domuz yemini çalıp yemeye fırsat arardım, oysa şimdi kutsal ışığa kavuştum, Tanrının kulu olarak öleceğim” -“Evet, Rişar, Tanrının kulu olarak öl! Kan döktün, Tanrının adına ölmek gerekiyor! Do­muzların yemine göz diktiğini, hayvanların yemini çaldın diye dayak yediğin (çok kötü bir hareketti bu, hırsızlık yasaktır dinde) zaman­lar, Tanrıyı tanımadığın için suçsuzsun, olsun varsın, kan döktün, öl­men gerekiyor.” Son gün gelmiş. Rişar durmadan ağlıyor, “Bu benim en mutlu günüm, Tanrıya gidiyorum!” diye yineliyormuş durmadan. “Evet” diye bağırıyormuş papazlar, yargıçlar, yardımsever bayanlar, “senin en mutlu günün bu, Tanrıya gidiyorsun çünkü!” Kimi arabay­la, kimi yayan, hep birlikte Rişar’m bindiği cezaevi arabasının arka­sından yürüyorlarmış. Giyotinin yanına geldiklerinde “öl, kardeşi­miz,” diye bağırmaya başlamışlar Rişar’a, “Tanrı adına öl, çünkü sen de kavuştun kutsal ışığa!” Kardeşlerinin öpücükleri arasında Rişar kardeşi merdivenlerden çıkarmışlar, başını bıçağın altına koymuşlar, kutsal ışığa kavuştuğu için boynunu gene kardeşçe uçuruvermişler. Son derece ilginç bir olay bu. Broşürü, Protestanlığı savunan yüksek tabakadan birtakım Rus hayırseverleri Rusça’ya çevirmiş, Rus halkı­nın aydınlatılması için parasız olarak gazetelere, dergilere dağıtmış. Rişar olayının özelliği ulusal olmasındadır. Kutsal ışığa kavuştu, kar­deşimiz oldu diye bir kardeşimizin boynunu uçurmak gerçi anlamsız bir davranıştır bizim için, ama gene söylüyorum, bizim de bundan aşağı kalmayan kendi usullerimiz vardır. Biz eskiden beri dövmekten zevk duyarız. Nekrasov’un bir şiiri vardır: Bir köylünün, atının göz­lerine, “tatlı bakışlı gözlerine” kırbaçla nasıl vurduğunu anlatır. Bil­meyen var mı bu şiiri. Rusluk budur işte. Arabasına taşıyabileceğin­den fazla yük vurulmuş zavallı at çamura batmış, arabayı çıkarama­maktadır. Köylü yapıştırır kırbacı, öfkeyle, ne yaptığım bilmeden vu­rur, dövmenin verdiği zevkten sarhoş olmuş, vargücüyle, habire vu­rur: “Gücün yetmese bile çıkaracaksın bu arabayı, gebersen de çıka­racaksın!” Zavallı at çırpmır, köylü bu kez, kendini korumaktan yok­sun hayvanın ağlamaklı “tatlı bakışlı gözlerine” vurmaya başlar. At, son bir gayretle çekip çıkarır arabayı, eve kadar hep titreyerek, hiç soluk almadan, tuhaf bir biçimde yan yan, seke seke yürüyerek; ga­rip, çirkin bir biçimde gider. Nekrasov pek müthiş anlatmıştır bunu! Oysa yalnızca bir attır bu. Tanrının kırbaçlanmak için yarattığı bir at… Tatarlar böyle akıl verdiler bize, kırbacı da armağan bıraktılar…

Ama yalnız atlar değil, insanlar da kırbaçlanabilir. Sözgelimi, aydın, okumuş bir bey eşiyle birlikte yedi yaşındaki öz kızını kırbaçlıyor. Ayrıntılarıyla yazmışımdır bunu defterime. Kırbacın kaim olmasın­dan hoşnuttur beybaba. “Daha oturaklı” olurmuş, öz çocuğuna “oturtmaya” başlamış böylece. Kırbacı her indirişinde kendinden da­ha bir geçen kimseler tanırım. Bir dakika, beş dakika, on dakika kır­baçlar, gittikçe hızlanır, kızışırlar. Çocuk bağırır, sonunda sesi kısılır zavallının, solumaya başlar: “Baba, baba, babacığım, babacığım!” Bu anlattığım olay uğursuz, çirkin bir rastlantıyla mahkemeye aksetmiş. Adam bir avukat tutmuş. Rus halkının avukatlara “ablakat-kiralık vicdan” adını takması hayli eskidir. Avukat, adamı savunmak için yırtınıyormuş. “Öylesine basit, olağan bir olay ki bu, ama ne yaparsı­nız, günümüzün yüzkarası, mahkemeye kadar geldi, bir baba kızını dövmüş hepsi o!” Jüri yeter bulmuş bu sözleri, odalarında toplanıp, adamın suçsuz olduğuna karar vermişler. Zavallı adamın kurtulması­na sevinen halk sevinç çığlıkları atmış. Eh, ben yoktum orada, olsay­dım, bu canavarın adına bir öğrenci bursu konulmasını önerirdim!.. Hoş tablocuklardır bunlar. Ama çocuklarla ilgili daha güzelleri de var bende Alyoşa. Rus çocukları üzerine çok, pek çok olay topladım. Beş yaşında küçük bir kız çocuğundan anne babası nefret ediyormuş. Hem “okumuş, saygıder, memur kişiler”miş. İnsanların çoğunluğu­nun önemli bir özelliğinden söz ediyorum sana: Çocuklara, yalnızca çocuklara işkence etmek tutkusudur bu. Böyleleri, her çeşit insana karşı son derece uygar, insanca kibar davranırlar da, çocuklara işken­ce etmeye bayılırlar. Hatta kendilerine bu zevki tattırdıkları için se­verler onları… Bu canavarları çeken, çocukların kendilerini koruya­mamaları, melekçe saflıkları, kaçıp gidebilecek bir yerlerinin bulun­mayışıdır. İşte bütün bunlar canavarın iğrenç kanını kaynatır. Hiç kuşku yok ki, her insanın içinde bir öfke canavarı, acı çeken kurba­nın haykırışlarından aşırı zevk duyan bir şehvet canavarı, zincirin­den boşalmış bir canavar; hastalıkların, romatizmaların, hasta böb­reklerin v.b. verdiği acılarla beslenen bir canavar yatar. Bu okumuş, aydın ana baba daha beş yaşındaki zavallı kızlarına her çeşit işkence­yi, acıyı tattırmışlar. Niçin olduğunu kendileri de bilmeden tokatlı­yorlar, kırbaçlıyorlar, tekmeliyorlarmış. Her yanı çürük içindeymiş zavallının. Sonunda işi en yüksek düzeye çıkarmışlar: Dondurucu soğuk geceler helaya kapatıyorlarmış onu. Gece çişe kalkmak iste­mesin diye (beş yaşındaki bir çocuk melekler gibi mışıl mışıl uyur­ken uyanıp da çişinin geldiğim söyleyebilirmiş de sanki), evet sırf bunun için çocuğun pisliğini yüzüne sürüyorlarmış, yemeye zorlu-yorlarmış kendi pisliğini. Düşün, bir anne, evet bir anne öz evladına yapıyor bunu! O iğrenç yere kapatılan zavallı yavrunun iniltileri işitilirken de sıcak yatağında rahat rahat uyuyabiliyormuş! Başına gelen­leri henüz anlayamayan küçücük bir yaratığın o pis yerde, soğukta, karanlıkta, sızlayan göğsüne minnacık yumruğuyla vurmasının, içli içli ağlamasının, “Allah Baba”ya onu kurtarması için yalvarmasının ne demek olduğunu biliyor musun!.. Bu korkunç, yürekler parçala­yıcı durumu düşünebiliyor musun kardeşim? Rahip adayım benim, anlayabiliyor musun? İnsanın içini sızlatan bu felaketin olması pek mi gereklidir? Bu olmasa, kişioğlunun yeryüzünde yaşaması da ola­maz diyorlar, çünkü iyiyle kötüyü öğrenemezmiş. Böylesine pahalıya oturuyorsa, Allahın belası bu iyilikle kötülüğü ne diye öğrenmeliyiz? Küçücük bir çocuğun “Allah Baba”sına yalvarırken döktüğü gözyaşı dünyanın tüm bilgilerine bedeldir… Büyüklerin çektiklerinden söz etmiyorum, elmayı yediler onlar, cehennemin dibine kadar yollan var! Ne halleri varsa görsünler, ama bunlar, bunlar! Canını mı sıkı­yorum Alyoşa, iyi değilsin sanki, istemiyorsan susarım.

Önemli değil, diye mırıldandı Alyoşa. Ben de acı çekmek istiyorum. Bir, yalnızca bir olay daha anlatacağım sana. Pek ilginç pek değişik

bir olay bu… Hem yakında okudum, eski defterleri karıştıran dergileri­mizden Arşiv’de mi Geçmiş Zaman’da mı okumuştum, unuttum, bak­mak gerek. Yüzyılımızın başında geçiyor olay. Toprağa bağlı köylülerin bulunduğu devrin en karanlık, en kötü günleri… Yaşasın halkın kurta­rıcısı!* O sıralar, yani yüzyılın başlarında sözü geçen, son derece var­

lıklı, toprak sahibi bir general emekliye ayrılmış. O da, adamlarının, kölelerinin tek sahibi olmayı hak ettiğine inanarak görevden ayrılanlardanmış. Az da olsa vardı böyleleri o zamanlar. General iki bin kölesi olan köyüne gidip yerleşmiş, bir çalımı varmış ki sorma; daha az var­lıklı komşularını küçük görüyor, onlara birer yanaşması, soytarısı gö­züyle bakıyormuş. Yüzlerce av köpeği besliyormuş, hepsi resmi giysili,

yüze yakın da atlı köpek bakıcısı varmış. Uşakların birinin oğlu, sekiz yaşında bir çocuğun attığı bir taş, generalin sevgili köpeklerinden biri­nin ayağına gelmiş bir gün. “Sevgili köpeğim niçin topallıyor?” Küçük

çocuğun taş attığını bildirmişler ona. General yukarıdan aşağı süzmüş çocuğu, “Sen yaptın bunu ha, tutun onu!” Annesinin elinden almışlar çocuğu, ahıra kapamışlar, sabah gün ağarırken general tüm hazırlıkları tamam, av için çıkmış, atına binmiş. Hizmetçileri, köpekleri, köpek bakıcıları, avcıları, hepsi atlı olarak çevresindeymiş. Uşakları ibret ol­

sun diye toplamışlar. En önde de suçlu çocuğun annesi… Çocuğu dışa­rı çıkarmışlar. Puslu, soğuk bir sonbahar sabahıymış, av için bulunmaz bir gün… General çocuğu soymalarını buyurmuş, çocukcağızı çırılçıp­lak etmişler. Tir tir titriyormuş, korkudan dili tutulmuş, ağzını açmaya cesareti yokmuş… “Koşturun onu!” diye komut vermiş general, köpek bakıcıları “Koş, koş” diye bağırmaya başlamışlar, çocuk, başlamış koş­maya… “Tut!” diye haykırmış general, zağarlarını peşinden salmış. Anasının gözü önünde köpeklere parçalatmış yavrusunu!.. Sanırım mahkemeye vermişler adamı. Eh işte… ne yapmalı ona? Kurşuna mı dizmeli? Hak yerini bulsun, içimiz rahat olsun diye kurşuna mı dizmeli? Söyle Alyoşa?

Alyoşa bitik, acı bir gülümsemeyle ağabeyine baktı,

– Evet, kurşuna dizmeli! diye mırıldandı.

İvan tuhaf bir coşkunlukla bağırdı:

– Aferin! Sen de böyle söyledikten sonra, demek ki… Ah seni gidi keşiş seni! Demek içinde bir şeytan yatıyor Alyoşka Karamazov!

Saçmaladım, ama…

Demek bir de aması var., diye haykırdı lvan. Şunu bilesin rahip adayı bey kardeşim, dünyada saçma şeyler de pek gereklidir. Dünya saçmalıkların üzerinde duruyor, saçmalıklar olmasaydı dünyada hiç­

bir şey olmazdı belki de. Bunu kesinlikle biliyoruz!

Neyi biliyorsun?

lvan sayıklıyor gibi anlatıyordu:

– Hiçbir şey anlamıyorum, anlamak da istemiyorum. Gerçeklerin yanında kalmalıyım ben. Anlamamaya karar vereli çok oluyor. Bir şe­yi anlamaya kalkışırsam gerçeğe ihanet etmem gerekiyor hemen, oy­

sa gerçekten yana olmaya karar verdim bir kez…

Alyoşa içten gelen kederli bir sesle, Niçin yüklüyorsun beni? dedi. Söyleyecek misin?

Elbette söyleyeceğim, sözü oraya getiriyorum zaten. Benim için değerlisin sen, elimden kaçırmak istemiyorum, seni, Zosima dedene de bırakmayacağım.

Bir an sustu lvan, yüzünü kederli bir anlatım kaplamıştı birden.

– Beni dinle: Daha iyi anlaşılsın diye yalnız çocukları aldım ele. Yer­yüzünü kabuğundan tâ merkezine varana dek ıslatan öteki gözyaşlarından, kişioğlunun acılarından söz etmedim. Bile bile daralttım ko­

numu. Bir tahtakurusuyum ben. Düzenin niçin böyle kurulduğuna aklımın ermediğini de yüzüm hiç kızarmadan itiraf ediyorum. Kişioğlu suçludur demek: Cennet verilmişti ona, yetinmedi, özgürlük istedi. Mutsuz olacağını bile bile ateşi çaldı göklerden. Öyleyse acımamalı ona. Bu zavallı, ölümlü Euclide aklımla ancak şunları biliyorum: Acı diye bir şey var, suçluları yoktur. Her şey zincirleme birbirini doğur­

maktadır, her şey geçiyor, dengesini buluyor. Ama bütün bunlar Euclide saçmalıklarıdır, biliyorum bunu. Yaşantımı bunların üzerine kuramam, razı olamam böyle bir şeye! Suçlular yokmuş, her şey zincirle­me birbirinden doğuyormuş, ben biliyormuşum bunları… bana ne bü­tün bunlardan? Suçlunun cezasını bulması gerekli benim için, yoksa mahvederim kendimi. Hem başka bir dünyada, sonsuzlukta bulmasını istemiyorum suçlunun cezasını. Burada, yeryüzünde olmalı bu, gör­meliyim! Ben de inandım, ben de istiyorum görmeyi, o saate kadar ölürsem diriltsinler beni, çünkü ben yokken olursa bütün bunlar, çok ayıp kaçar… Gelecekte başlayacak sonsuz mutluluğun gübresi olayım diye çekmedim bunca acıyı! Canavarlıklarım bunun için değildi! Ge­yiğin aslanla yan yana yattığını, öldürülen insanın ayağa kalkıp kati­liyle kucaklaşmasını görmek isterim. Dünyanın böyle kurulmasının nedenini herkes birdenbire anlayacağı anda ben de orada olmak isti­yorum. Bütün dinlerin temeli bu isteğe dayanmaktadır. Aklım ermiyor buna. Yüzlerce kez soruyorum kendi kendime., sürüyle soru var, ama yalnız çocukları aldım ele, çünkü söylemek istediğim şey açık seçik ortadadır. Dinle beni: Çekilen acıyla sonsuz mutluluğu hak etmek için herkesin acı çekmesi gerekiyorsa, çocukları ne diye kandırıyoruz bu­na, söyler misin? Onların da acı çekmelerinin, sonsuz mutluluğu çe­kecekleri acıyla hak etmelerinin gereğini anlayamıyorum. Niçin onlar da gübre olacaklar gelecekte başlayacak sonsuz mutluluğa? insanların suç işlemekte, cezaya çarptırılmakta eşit tutulmasını anlarım, ama ço­cukların işi ne burada? Eğer babalarının suçlarına, canavarlıklarına onların da ortak oldukları gerçekse, hiç kuşku yok ki, bu dünyaya öz­gü olmayan bir gerçektir bu, dolayısıyla da ben anlayamıyorum onu. Bir sivri akıllı çıkar, bunun önemli olmadığını, çocuğun büyüyüp gü­nah işleyeceğini söyler belki. Ama bûyûyemedi işte, sekiz yaşındayken köpeklere parçalattılar onu. Ah Alyoşa, Tanrıya küfür değil söyledikle­rim! Gökteki, yerin altındaki yaşayan, yaşamış tüm yaratıkların hep bir ağızdan “Haklısın Tanrım, yolun açıldı bize çünkü!” diye bağırma­ya başladıklarında evrenin nasıl sarsılacağını düşünebiliyorum. Çocu­ğu köpeklere parçalatılan anne o canavarla kucaklaşıp üçü birden “Haklısın Tanrım,” diye bağırdıklarında her şey anlaşılacak elbette. Gelgelelim, bunu anlayamıyorum ben, kabul edemiyorum. Yeryüzün­de kaldığım sürece de elimden geleni yapacağım. Biliyor musunuz Alyoşa, o saate dek yaşar, ya da o zaman dirilirsem, çocuğunu köpeklere parçalatan canavarla kucaklaşan anneyi görüp ben de herkesle birlikte “Haklısın Tanrım!” diye bağırırım belki, ama bağırmak istemiyorum. Henüz zaman varken, kendimi sıyırmaya çalışıyorum, bu yüzden de sonsuz mutluluğu kesinlikle reddediyorum. O pis kokan yerde öcü alınmamış gözyaşları dökerek, “Allah Baba”sma yalvaran, küçücük yumruğuyla göğsünü yumruklayan bir çocuğun gözyaşına bile değ­mez o sonsuz mutluluk! Değmez, çünkü karşılığı verilmemiştir bu gözyaşının. Oysa verilmelidir! Yoksa sonsuz mutluluk diye bir şey ola­maz. Ama neyle, nasıl vereceksin? Olacak şey midir bu sanki? Öcü alı­narak mı? Ama ne yapacağım öcü? Başkalarına acı çektirenler için ce­hennemi ne yapacağım? Zavallılar acı çekmişler bir kez, cehennem neyi düzeltecek? Hem cehennem varsa, sonsuz mutluluk olabilir mi hiç: Bağışlamak istiyorum ben, kucaklamak istiyorum, daha acı çekil­sin istemiyorum. Çocukların çektikleri acılar da gerçeğin öğrenilmesi için gerekli olan acıyı tamamlamak içinse, önceden şunu söyleyeyim ki, gerçek değmez buna. O annenin, çocuğunu köpeklere parçalatan canavarla kucaklaşmasını da istemiyorum! Bağışlamamalı onu! Cam isterse varsın kendisi için bağışlasın, sınırsız ana acısını bağışlasın var­sın. Ama köpeklere parçalatılan zavallı yavrusunun acısını bağışlama­ya hakkı yoktur, çocuk bağışlasa bile o bağışlayamaz canavarı, bağışla­mamalı! Öyle olursa, bağışlamazlarsa sonsuz mutluluk nerede kalır? Dünyada, bağışlayabilecek, buna hakkı olan bir yaratık var mıdır hem? Sonsuz mutluluğu istemiyorum, insanları sevdiğim için istemi­yorum bunu. Öcü alınmamış acılar arasında kalayım, daha iyi… Hak­sız olsam bile, öcü alınmamış acım, yatışmamış öfkem içimde kalsın, razıyım… Evet, bu sonsuz mutluluğa pek büyük paha biçmişler! Bizim kesemize göre değil ona giriş. Bu yüzden, giriş biletini geri vermek için acele ediyorum. Dürüst bir insansam elden geldiğince acele etme­liyim. Ben de yapıyorum bunu. Tanrıyı inkâr ettiğim falan yok Alyoşa, yalnızca biletimi saygılarımla geri veriyorum o kadar. .

Alyoşa, başı önünde, durgun, Bu, Tanrıya baş kaldırmadır, diye mırıldandı.

Baş kaldırma mı? Böyle bir sözcüğü duymak istemezdim senden. Baş kaldırarak yaşayabilir mi kişioğlu? Ben istiyorum yaşamayı. Açık açık söyle bana, sorumu yanıtlamaya çağırıyorum seni: Tutalım ki, sonunda insanları mutlu etmek, onlara barış, huzur vermek amacıyla kişioğlunun kaderinin yapısını yükselten sensin, bunun için yalnızca bir küçük yaratığa, sözgelişi yumrukcuklanyla göğsünü yumrukla­yan çocuğa acı çektirmen, onun öcü alınmamış bu gözyaşları üzerine de bu yapıyı kurman gerekse, böylesine koşullar altında bu yapının

mimarı olmayı kabul eder miydin? Cevap ver, yalan da söyleme!

Hayır, diye mırıldandı Alyoşa, kabul etmezdim.

Peki, yapıyı kendileri için kurduğun insanların, küçücük bir ma­sumun haksız yere dökülmüş kanma karşılık bu mutluluğu kabul ede­bileceklerini, sonsuz mutluluğa kavuşabileceklerini aklın alıyor mu?

Alyoşa’nın gözleri parladı birden. Hayır, almıyor. Ağabey demin şöyle söyledin: “Dünyada, bağışla­

yabilecek, buna hakkı olan bir yaratık var mıdır hem?” Vardır böyle bir yaratık, her şeyi herkesi, her türlü suçu bağışlayabilir o, çünkü masum kanını her şey, herkes için akıttı. Onu unuttun, oysa sözünü

ettiğin yapının temel taşı odur, “Haklısın Tanrım, yolların açıldı artık bize,” diye ona seslenecekler.

“Tek günahsız” ile akan kanım söylemek istiyorum! Hayır unut­madım, tam tersine, hâlâ onu öne sürmüyorsun diye de şaşıyorum doğrusu. Çünkü tartışmalarda önce ona sarılırlar sizinkiler. Bak Alyoşa, ama gülmeyeceksin söyleyeceğime, bir zamanlar bir şiir yaz­mıştım, bir yıl oluyor. On dakika daha ayırabilirsen bana, onu sana anlatırım, ne dersin?

– Sen mi yazdın şiiri?

İvan gülümsedi.

Oh, hayır, yazmadım, iki mısra bile yazmadım ömrümde. Ama kafamda kurdum onu, unutmadım da. Heyecanla, tutkuyla kurdum.

İlk okuyucum, daha doğrusu dinleyicim sen olacaksın. -İvan gene gülümsedi-. Bir dinleyici bile olsa, ne diye kaybetsin onu ozan… An­latayım mı?

Can kulağıyla dinliyorum seni, dedi Alyoşa.

Şiirimin adı “Büyük Engizisyoncu”dur, saçma bir şey ama gene de anlatmak istiyorum onu sana.

 

 

Çeviren: Koray Karasulu, Karamazov Kardeşler, Alfa Yayınları

 

IV. İSYAN

 

                İvan:

– Sana bir itirafta bulunmalıyım, diye başladı. Ben yakınlarımı hiçbir zaman sevemedim. Bence yakınlar değil, yalnızca uzak olanlar sevilir zaten. “Merhametli Yohan” (Bir aziz) adında biriyle ilgili bir öykü okumuştum: günün birinde aç, soğuktan donmuş dilencinin biri bu azizin kapısını çalıp, sıcak bir köşe istemiş, aziz de adamı kendi yatağına yatırıp, güzelce örtmüş ve dilencinin korkunç bir hastalıktan yara olmuş ağzına sıcak nefesini üflemeye başlamış. Eminim bunu kilise kanunlarının zorlamasıyla, yalandan acı çekerek yapmıştır. Bir insanı sevmek için gizli kalmak gerekir; yüzünü gösterirsen ortada sevgi falan kalmaz.

                Alyoşa:

– Keşiş Zosima da bir keresinde bundan söz etmişti, dedi. O da, insan yüzünün sevgide deneyimsiz olanlara, çoğu zaman engel olduğunu söylemişti. Ama insanoğlunun sevgisi boldur, üstelik neredeyse İsa’nın sevgisine benzer; bunu biliyorum İvan…

– Eh ben henüz bilmiyorum ve anlayamıyorum da, üstelik benim gibi çok insan var. Ama bu insanların kötü özellikli olmalarından mı yoksa doğalarından mı kaynaklanıyor; sorun burada işte. Bence İsa’nın insan sevgisi, dünyamız için olanaksız bir mucizedir. Elbette o bir Tanrıydı. Ama biz değiliz. Varsayalım ki banim çok derin bir acım var, hiç kimse benim ne kadar acı çektiğimi anlayamaz çünkü o ben olamaz; üstelik çok az insan başkasının acını üstlenip onun için acı çeker (bu bir tür rütbe gibidir). Peki neden üstlenmez dersin? Çünkü kötü bir kokum, çirkin bir yüzüm var, çünkü zamanında onun ayağına basmışımdır. Üstelik çeşit çeşit acı var: örneğin bana iyilik eden, aşağılayıcı, beni küçük düşüren acılarımı, açlığımı falan hoş görür ama, yüksek bir ideal uğruna acı çekmemi kaldıramaz; çünkü yüzümü, kafasında canlandırdığı yüksek idealler uğruna acı çeken insan yüzüyle bağdaştıramamıştır. Bu yüzden bana yapacağı tüm iyilikleri bir anda keser, ama kötü yürekli olduğundan falan değil. Dilenciler, özellikle de soylu dilenciler dışarıya hiç çıkmamalı, gazete aracılığıyla dilenmeliler. Yakınlarımızı soyut olarak, hatta bazen somut olarak da uzaktan sevebiliriz ama, yakından sevmemiz neredeyse imkansızdır. Her şey bale sahnesindeki gibi olsaydı, dilenciler ipekli paçavralarla, yırtık dantellerle zarifçe dans ederek dilenseler, hayranlıkla seyredebilirlerdi. Ama yalnızca seyredilir, sevilmezlerdi. Neyse bu kadar yeter. Sana yalnızca, benim görüşümü açıklamak istedim. İnsanların çektiği acılardan genel olarak söz edecektim ama yalnızca çocukları ele almak daha iyi olacak. Gerçi bu benim argümanlarımı on kat zayıflatacak ama yine de yalnızca çocuklardan söz etmek daha iyi olacak. Elbette pek yararıma olmayacak. İlkin kirli, hatta çirkin yüzlü çocuklar bile (bence çirkin yüzlü çocuk olamaz ama) yakından sevilebilirler. İkincisi ise büyüklerden söz etmeyeceğim çünkü onlar iğrençtir ve cezalarını da buldular: yasak elmayı yiyip, iyiyi ve kötüyü öğrendiler, “Tanrıya yaklaştılar”. Hala da yemeye devam ediyorlar. Çocuklar hiçbir şey yemedikleri için hala masumlar. Çocukları sever misin Alyoşa? Sevdiğini biliyorum, neden yalnızca onlardan söz etmek istediğimi de anlarsın. Yeryüzünde acı çekmeleri yalnızca babalarının suçudur ve elmayı yiyen babalarının cezasını çekiyorlar…ama bu, öteki dünyaya ait bir akıl yürütme, dolayısıyla bu dünyadaki insan yürekleri için pek anlaşılır değil. Suçsuz birine, özellikle de bu kadar masum bir varlığa başkasının günahlarının kefaretini ödetmek olanaksız bir şey! İstediğin kadar şaşırabilirsin Alyoşa ama, ben de çocukları çok severim. Karamazovlar türünden gaddar, tutkulu, vahşi insanlar bile kimi zaman çocukları çok severler, buna dikkat et. Çocuklar küçükken, yedi yaşlarına kadar, büyüklerden çok farklı yaradılışda, bambaşka yaratıklar gibidirler. Hapiste olan bir katil tanıyorum: hırsızlık yapmak için girdiği evlerde bütün aileyi, arada çocukları da öldürdüğü olmuş. Ama hapisteyken çocuklara bayılmaya başladı. Sürekli hücresinin penceresinden, hapishanenin avlusunda oynayan çocukları izliyordu. Hatta küçük bir oğlanla sıkı dost olmuşlardı, çocuk penceresinin altına kadar geliyordu… Bütün bunları sana neden anlattığımı bilmiyorsun değil mi Alyoşa? Nedense başım ağrıyor, sıkılıyorum.

                Alyoşa huzursuz bir tavırla:

– Çok garip görünüyorsun, dedi. Çıldırmış gibisin sanki.

                İvan Fyodoroviç kardeşini duymamış gibi devam etti:

– Yeri gelmişken, Moskova’da bir Bulgar’dan duyduklarımı da anlatayım: Türklerle, Çerkezler, Bulgaristan’da Slavların ayaklanmalarından korkup dehşet saçıyor*, korkunç şeyler yapıyorlarmış; yakıyor, yıkıyor, çocuklarla kadınların ırzlarına geçiyor, tutukluları kulaklarından tahtalara çivileyip sabaha dek öylece bırakıyor sabah da asıyorlarmış vs. Kimi zaman zalim insanları “vahşi hayvan” diye nitelemekle vahşi hayvanlara haksızlık ediliyor: vahşi hayvanlar hiçbir zaman insanlar kadar korkunç, neredeyse sanatsal vahşilikler yapmazlar. Bir kaplan yalnızca ısırıp parçalamayı bilir. Elinden gelse bile, insanları kulaklarından çivilemeyi aklından geçirmez. Bu Türkler çocuklara, neredeyse şehvet duyarak işkence ediyorlarmış; daha doğmamış çocukları annelerinin karnını yararak çıkartıyor, henüz meme emen çocukları, annelerinin gözü önünde süngülüyorlarmış. En çok annelerin gözü önünde öldürmeyi seviyorlarmış. Bu tablo çok ilginç doğrusu. Gözünde canlandırsana: annesinin göğsünde kırılgan bir bebek bedeni ve çevresini sarmış Türkler. Biraz eğlenmek istiyorlar: bebeği okşayıp, gıdıklıyor, güldürmeye çalışıyorlar. Tam bu sırada, içlerinden biri tabancasını çıkarıp bebeğin burnuna doğrultuyor. Neşeyle gülücükler saçan bebek, elini uzatıp tabancanın namlusunu kavramak isterken adam birden tetiği çekip, bebeğin kafasını darmadağın ediyor… Sanatkarca değil mi? Dediklerine göre Türkler şakalaşmaya bayılırmış.

– Bunları neden anlatıyorsun ağabey?

– Şeytan yoksa, onu da insanın yarattığını düşünüyorum; hem de kendini örnek alarak.

– Tanrıyı yarattığı gibi yani.

                İvan gülerek:

– Sen de Hamlet’teki Polonius gibi lafı beklenmedik şekilde çevirmeyi becerebiliyorsun, dedi. Kendi sözümle yakaladın beni; olsun, hoşuma gitti. İnsanın, Tanrıyı da kendisini örnek alarak yaratması iyi bir şey. Demin, bunları neden anlattığımı sordun: kimi olayları, anekdotları, gazetelerden, dergilerden, şuradan, buradan toplayıp yazmaya meraklı olduğumu biliyor musun, hem de epey zengin bir koleksiyonum var. Elbette Türkler de bu koleksiyona dahil ama onlar yabancı. Bize ait parçalar da var, hatta Türklerden bile daha iyiler. Bilirsin biz de dayak, sopa, kamçı daha çoktur; hatta ulusallaşmıştırlar: ne de olsa Avrupalı olduğumuzdan bizde kulak çivilemek yoktur ama, sopa, kamçı bizim malımızdır ve belki de bizden yayılmıştır. Yurtdışında artık dayak yokmuş sanırım, ahlak düzelmiş, ya da kanunlar insanların birbirlerini dövüp, kamçılamasını yasaklamışlar ama onlar da kendilerini tıpkı bizimki gibi ulusal bir şekilde ödüllendirmişler, hatta öylesine ulusal ki bizde uygulanması neredeyse olanaksız gibi; yine de son zamanlarda yüksek çevrelerde baş gösteren dini akımın etkisiyle bizde de ilgi çekebilir sanırım. Elimde çok güzel, Fransızca’dan çevrilmiş bir broşür var: çok önceden değil beş yıl kadar önce, Cenevre’de, yirmi üç yaşındaki, Richard adlı bir katilin, idamından önce pişman olup, Hıristiyanlığa dönüşünü anlatıyor. Bu Richard gayrımeşru bir çocukmuş ve daha altı yaşındayken, İsviçreli çoban bir aileye armağan edilmiş; onlar da çocuğu çalıştırmak için yetiştirmişler. Richard vahşi bir hayvan gibi büyümüş; çobanlar da ona hiçbir şey öğretmemişler ve yedi yaşına bastığında, yağmura, soğuğa falan bakmaksızın, aç karnına, yarı çıplak, sürünün başına yollamaya başlamışlar. Elbette hiçbiri bu yaptıklarından dolayı pişmanlık duymuyor, bunu hakları sayıyorlarmış; çünkü Richard onlara bir eşya gibi armağan edilmiş, hatta bu yüzden karnını doyurmayı bile gereksiz görüyorlarmış. Richard’ın dediğine göre o zamanlarda İncil’deki müsrif oğul** gibiymiş: domuzları semirtmek için verilen lapayı yemeye can atıyormuş ama onu bile vermiyorlarmış, hatta domuz yemliğinden çalmaya kalktığında dövüyorlarmış; bütün çocukluğu, ilk gençliği ve büyüyüp çalmaya başlamasına kadar olan zamanı böyle geçmiş işte. Bu vahşi adam, Cenevre’de çalışmaya başlamış; eline geçen tüm parayı içkiye yatırıyormuş ve sonunda yaşlı bir adamı öldürüp, soymuş. Yakalayıp yargılamışlar ve ölüm cezasına çarptırılmış. Orada pek duygusal davranmazlar. Hapisteyken Richard’ın çevresi bir sürü rahiple, türlü türlü dini derneklerden hayırsever hanımefendilerle dolmuş. Richard’a hapishanede okuma yazma öğretmişler, İncil’i anlatmışlar, vicdanını sızlatıp, dırdırlarla kafasını şişirmişler ve o da sonunda suçunu kabullenip itiraf etmiş. Richard mahkemeye, bir azılı bir canavar olduğunu ama Tanrının kutsamasıyla aydınlandığını yazılı olarak bildirmiş. Bütün Cenevre, bütün o hayırsever ve dini bütün Cenevre ayağa kalkmış. Bütün saygıdeğer soylu kişiler hapishaneye koşmuşlar; Richard’a sarılıp onu öpüyor ve “Sen, Tanrının kutsadığı kardeşimizsin!” diyorlarmış. Richard da duygulanıp, “Evet kutsandım! Eskiden domuzların yemeğiyle mutlu oluyordum; şimdiyse kutsandım ve Tanrı kulu olarak öleceğim!” diyerek ağlamaya başlıyormuş. “Evet, evet Richard, Tanrı kulu olarak öl; kan döktün ve bu yüzden Tanrı için ölmen gerekiyor. Domuzların yemeğini çalarken ve bunun için dayak yerken (hiç de iyi yapmıyordun çünkü çalmak yasaktır) Tanrıyı tanımasan da, kan döktüğün için ölmen gerekli.” Sonunda idam günü gelmiş. Zavallı Richard ağlıyor, sürekli, “Bu yaşamımın en güzel günü, Tanrıya gidiyorum!” deyip duruyormuş. Rahipler, yargıçlar ve hayırsever hanımefendiler de “Evet!” diye bağırıyorlarmış, “Bu senin en mutlu günü çünkü Tanrıya gidiyorsun!” Kimi arabayla kimisi de yayan olarak herkes, Richard’ı taşıyan hapishane arabasının ardından darağacına gitmişler. Darağacına vardıklarında Richard’a, “Öl kardeşimiz!” diye bağırmışlar, “Tanrı için öl, çünkü O seni kutsadı!” Böylece Richard kardeşlerinin öpücükleri, kucaklamaları arasında darağacına götürülmüş ve Tanrısına ulaşması için gayet kardeşçe kafası uçurulmuş. Yok bu olay çok karakteristik. Broşürü, yüksek çevreden kimi Lutherciler çevirtip, Rus halkının aydınlanması için gazetelere ve diğer yayın organlarına yollamışlar. Richard olayı, ulusal olduğu için güzeldir. Biz, Tanrının kutsadığı bir kardeşimizin kafasını uçurmayız ama yineliyorum, yine de onlardan aşağı kalmayız. Bizim tarihsel, kendiliğinden oluşmuş işkence zevkimiz dayaktır. Nekrasov’un, bir mujiğin, kırbaçla atının “uysal bakışlı gözlerine” vurduğunu anlatan bir şiiri* vardır. Görülmemiş bir şey, Rusluk bu işte. Şair zayıf, taşıyabileceğinden fazla yüklenmiş, çamura saplanmış arabayı çekmeye çalışan bir at çizer. Mujik kudurmuşçasına, ne yaptığını bilmeden ve sonunda attığı dayağın zevkiyle kendinden geçerek hayvanı döver, bir yandan da, “Gücün yoksa bile çek, öl ama çek!” diye bağırır. At debelenir, adam da onun savunmasız, ıslak ve “uysal gözlerine” kırbacı yapıştırır. Hayvan, kendini kaybederek ileri fırlar ve her yanı titreyip, soluğu kesilerek, yan yan, doğal olmayan, çirkin bir sıçrayışla yürür; elbette Nekrasov daha korkunç anlatıyor. Oysa bu yalnızca bir attır; Tanrının kamçılansın diye yarattığı bir at. Bunları Tatarlardan öğrendik, anı olarak da kırbaçlarını bıraktılar. Ama insanlar da kırbaçlanır. Bak örneğin, aydın, eğitimli bir adamla karısı, yedi yaşındaki öz kızlarını sopayla dövüyorlarmış; hepsini ayrıntılı olarak yazdım. Sopanın dikenli olması babanın daha çok hoşuna gidiyormuş, dayak “daha çok can yakıyor” diyormuş ve öz kızına “oturtmaya” başlıyormuş. Bu dayakçıların kimilerinin, her vurdukları darbede saldırganlaşıp, giderek, sözcüğün tam manasıyla şehvet duyduklarını biliyorum. Beş dakika, on dakika döverler ve darbeler giderek daha acıtıcı olur. Çocuk bağırır, bağırır ve sonunda ve bağıramayacak hale gelip, soluğu tıkanarak “Baba, baba, babacığım!” diye inlemeye başlar. Bu olay, hangi iblis işe karışmışsa, yargıya yansımış. Bir avukat tutulmuş. Rus halkı avukatlara uzun süredir, “avukat, kiralık vicdandır” der. Avukat, müvekkilini savunmak için bağırıp çağırmış. “Bir babanın kızını dövmesi gibi ailevi ve gayet doğal bir olayın mahkeme önüne getirilmesi ayıptır!” demiş. Bu sözlere kanan jüri de beraat kararı vermiş. Seyirciler de, işkenceci kurtuldu diye sevinç çığlıkları atmaya başlamış. Ah, ah, orada olsaydım, bu işkenceci adına bir burs verilmesini önerirdim!.. Bunlar hoş tablolar. Ama çocuklar konusunda, elimde bundan daha iyileri de var; Rus çocuklarıyla ilgili çok şey topladım Alyoşa. “Saygıdeğer, mevkii sahibi, eğitimli, aydın insanlar” olan bir aile, beş yaşında küçük kızlarından nefret ediyordu. Bak bir daha söylüyorum: çoğu insanda, çocuklara ama yalnızca çocuklar işkence etmek bir zevk haline dönüşmüştür. Bu işkenceciler, insan soylu olmayan yaratıklara karşı eğitimli, insancıl Avrupalılar gibi son derece şefkatli, iyilik doludurlar ama çocuklara, hatta kendi çocuklarına bile acı çektirmeye bayılırlar. Savunmasız çocukların, meleksi saflığı işkenceciyi iyice kışkırtır ve damarlarındaki kötü kanın kızışmasına neden olur. Her insanda bir canavar gizlidir elbette…öfke canavarı, kurbanının attığı çığlıklardan zevk alan şehvet canavarı, zincirlerinden kurtulmuş, sefahatten kaynaklanan hastalıkların, damla, ciğer vs. hastalıkların canavarı. Aydın geçinen ailesi, o beş yaşındaki kızcağıza çeşit çeşit işkenceler ederdi. Yumrukla, sopayla döver, tekmelerlerdi ve ne yaptıklarını bilmeden tüm bedenini çürük içinde bırakırlardı; sonunda en ince metoda ulaştılar: kızı geceleri, soğukta, ayazda, sırf çişini söylemediği için (sanki beş yaşında, melek gibi derin uyuyan küçücük bir çocuk, o yaşta çişini söyleyebilirmiş gibi) tuvalete kilitlemeye başlamışlar, sonra da kendi dışkısını çocuğun yüzüne sürüp, yemeye zorlamışlar, üstelik bun yapan öz annesi! İşte bu anne, iğrenç tuvalette kilitli kızının iniltilerini dinleyerek, gönül rahatlığıyla uyuyabiliyordu! Başına gelenleri anlayamayacak kadar küçük bir yaratığın, o iğrenç, karanlık, soğuk yerde minnacık elleriyle, ağrıyan göğsünün yumruklayıp, ılık gözyaşları dökerek, kendisini koruması için “Tanrıcığına” yalvardığını düşünebiliyor musun…bu saçmalığı anlayabiliyor musun dostum, kardeşim, Tanrının uysal kulu, rahip adayı; bu saçmalığın ne gereği var, neden böyle bir şey yaratılmış? Bunlar olmasaydı, insanoğlu yeryüzünde kötülükle iyiliği ayırt edemezdi derler. Buna mal olacaksa, lanet olası iyilikle kötülüğü anlamanın ne yararı var? Bir çocukcağızın, “Tanrıcığına” döktüğü gözyaşları, dünyanın tüm bilgilerine bedeldir. Büyüklerin acılarından hiç söz etmiyorum; onlar elmayı yedikleri için hepsinin canı cehenneme ama, bunlar, ya bunlar! Sana işkence ediyorum Alyoşka, sanki pek kendinde değil gibisin. İstersen bırakayım.

                Alyoşa :

– Önemli değil, ben de acı çekmek isterim, diye mırıldandı.

– Öyleyse bir öykü daha, çok ilginç, karakteristik bir tane daha anlatayım; üstelik bunu yakınlarda, şu eski Arşiv’de ya da Eski Zamanlar’da* okumuştum ama hangisinde olduğunu anımsamıyorum, sonra bakmalı. Bu olay, yüzyılın başında, kölelik kanununun en karanlık dönemlerinde geçiyor; yaşasın halkımızın kurtarıcısı**! İşte yüzyılın başında çok güçlü, zengin, pomeşçik olan bir general varmış; bu general emekliye ayrıldıktan sonra, emri altındaki insanların yaşam ve ölüm haklarını elinde tuttuğuna inanmaya başlamış (sayıları çok olmasa da o zamanlar böyleleri vardı elbette). O zamanlar böyle şeyler oluyordu işte. Neyse general iki bin canlık topraklarında böbürlenerek dolaşıyor ve çevredeki daha küçük çiftlik sahiplerini, soytarı, dalkavuk olarak görüyormuş. Yüzlerce av köpeği besliyor, köpeklerin bakımıyla da üniformalı, atlı yüz kadar uşak ilgileniyormuş. Bir gün, kölelerinden birinin, yedi yaşındaki oğlu oynarken, generalin en sevdiği tazısının ayağını taşla yaralamış. General “En sevdiğim tazı neden topallıyor?” diye sorduğunda da çocuğun yaptığını anlatmışlar. General çocuğu şöyle bir süzüp, “Demek sen yaptın, tutun şunu!” diye bağırmış. Çocuğu annesinin elinden alıp bütün gece kilit altında tutmuşlar; general sabahleyin tüm alayıyla, at üstünde, çevresinde köpekleri, dalkavukları, uşakları olduğu halde ava çıkmış. İbret olsun diye de bütün halkı malikane avlusuna toplamışlar; en önde de suçlunun annesi varmış. Kasvetli, soğuk, sisli bir sonbahar günüymüş, av için nefis bir hava. General çocuğun soyulmasını emretmiş, çocuğu çırılçıplak soymuşlar; korkudan aklı başından gitmiş olan çocuk titriyor, gıkını bile çıkaramıyormuş… General “Kovalayın şunu!” emrini verince bütün avcılar, “Koş, koş!” diye bağırmışlar, çocuk da koşmuş… General “Yakalayın!” diye bağırınca da bütün tazılar çocuğun peşinden atılmışlar. Çocuğu yakalayan köpekler, annesinin gözleri önünde yavrucağı paramparça etmişler!.. Sanırım generali de gözaltına almışlar. Peki…ne yapmalı ona? Kurşuna mı dizmeli? Vicdanımızı rahatlatmak için kurşuna mı dizmeli? Söylesene Alyoşka!

                Alyoşa donuk, çarpık bir gülümsemeyle bakışlarını ağabeyine dikti ve alçak sesle.

– Evet, kurşuna dizmeli! dedi.

                İvan heyecanla bağırdı:

– Bravo! Böyle söylediğine göre… Ah seni keşiş! Demek kalbinde, böyle küçük bir şeytan yatıyor Alyoşka Karamazov!

– Saçmaladım tabii ama…

                İvan

– Evet öyle, aması var! diye bağırdı. Dünyanın saçmalıklara çok ihtiyacı var rahip adayı, bunu sakın unutma. Dünya saçmalıklar üzerine kurulmuş; belki de saçmalıklar olmasa hiçbir şey olmazdı. Ben bunu bilir, bunu söylerim!

– Neyi biliyorsun?

                İvan sayıklarcasına devam etti:

– Hiçbir şey anlamıyorum ve anlamak da istemiyorum. Yalnızca olay üzerinde durmak istiyorum. Uzun süre önce anlamamaya karar verdim. Bir şeyi anlamaya kalkışırsan, olayı geride bırakman gerekir ama ben, olay üzerinde durmak istiyorum…

                Alyoşa yürek paralayıcı, acı bir sesle:

– Neden beni sınıyorsun? diye bağırdı. Söyle artık, benden ne istiyorsun?

– Elbette söyleyeceğim, ben de oraya geliyordum zaten. Benim için değerlisin, seni Zosima’na bırakamam.

                İvan bir an sustu, yüzü aniden iyice hüzünlü olmuştu.

– Bak, daha açık olabilmek için yalnızca çocukları ele aldım. Dünyayı kabuğundan, merkezine kadar dolduran diğer insan gözyaşlarından söz etmedim; konumu bilerek daralttım. Ben bir tahtakurusundan başka bir şey değilim; tüm aczimle, hiçbir şeyin nedenini anlayamadığımı itiraf ediyorum. Demek ki insanlar suçlu: onlara cennet sunulmuş ama özgürlük istemişler ve mutsuz olacaklarını bile bile gökten ateşi çalmışlar, yani onlara acımamalı. Ah, benim zavallı, ölümlü, Öklidvari aklımla bildiklerim şunlardan ibaret:  acılar var ama suçlular yok, her şey basitçe, büyük bir yalınlıkla, bir zincirin halkaları gibi, uyumla birbirini izliyor…bunların Öklidçe saçmalıklar olduğunu biliyorum ama böyle bir düzen üzerine yaşamımı kuramam! Suçlu falan olmamasından, her şeyin basitçe birbirini izlemesinden bana ne, bunları bilsem ne olacak;  ben ceza istiyorum yoksa kendimi öldürmem gerek. Üstelik bu ceza, belirsiz bir zamanda, sonsuzlukta bir yerlerde değil, hemen şimdi, dünyada olmalı ve ben de gözlerimle görmeliyim. Buna inanıyorum ve görmek istiyorum; o ana kadar ölecek olursam beni diriltsinler çünkü her şey bensiz olursa çok alınırım. Ettiğim kötülüklerin, çektiğim acıların, gelecekteki bilmem hangi uyuma gübrelik etmesini istemem, bunun için acı çekmedim ben. Geyiğin, aslanla yan yana yattığını, katledilen birinin dirilip katiliyle kucaklaştığını gözlerimle görmek istiyorum. Başkaları olup bitenlerin nedenini öğrenirken ben de orada bulunmak istiyorum. Dünyadaki tüm dinlerin temeli bu istektir; ben de inançlıyım işte. Ama ya çocuklar, çocukları ne yapmalı? Bu soruna çözüm bulamıyorum. Yüzüncü kezdir tekrarlıyorum : sürüyle sorun var ama ben çocukları aldım çünkü bu benim için dayanılmayacak denli açık bir sorun. Dinle: herkes sonsuz bir uyumu satın alabilmek için acı çekiyor, ama çocukların bununla ne ilgisi var, söyler misin bana? Hiç anlamıyorum, neden onların da uyuma ulaşmak için acı çekmeleri gerekiyor? Neden onların da gelecekteki bilinmez bir uyum için kendilerini kurban etmeleri, gübre olmaları gerekli? İnsanların, günahla ve cezayla uyuşmasını anlıyorum, ama çocukların günahla ne ilgileri var; kötü yürekli babalarının günahlarında onların da payı varsa tamam ama bu hiç de dünyevi bir şey değildir ve anlamam imkan yok. Belki soytarının teki çıkıp, çocukların da büyüyünce günah işleyeceğini söyler ama işte o çocuk büyüyemeden, sekiz yaşındayken köpekler tarafından parçalandı. Oh hayır Alyoşa, Tanrıya sövmüyorum! Yeryüzündeki ve gökyüzündeki tüm canlı ve cansız nesnelerin bir araya gelerek, övgü dolu bir sesle hep bir ağızdan “Haklısın ey Tanrı, yolların bize açıldı*!” diye bağırmasının evreni nasıl sarsacağını anlayabiliyorum. Bir anne, oğlunu köpeklerine parçalatan caniyi bağışlarsa ve üçü, birbirlerine sarılıp gözyaşlarıyla, “Haklısın ey Tanrı” derlerse, her şey aydınlanıp, açıklığa kavuşur elbette. Ama ben de buraya bir virgül koyuyorum işte, çünkü bunu kabul edemiyorum. İşte Alyoşa, böyle bir şey gerçekten olursa ve ben de o zamana dek sağ kalır ya da o anda dirilirsem, çocuğunu katleden işkenceciye sarılan anayı görünce, “Haklısın ey Tanrı!” diye bağırırım belki; ama o zaman bile bağırmak istemem. Henüz zamanım varken kendimi kurtaracak, şu müthiş uyumdan tamamen vazgeçeceğim. Bu müthiş uyum, pis kokulu, iğrenç bir tuvalette, “Tanrıcığına” öcü alınmamış gözyaşları dökerek, göğsünü yumruklayan çocukcağızın, gözyaşlarının tek damlasına bile değmez! Değmez, çünkü gözyaşlarının öcü alınmadan kalıyor. Öcü alınmalı yoksa, uyum falan olmaz. Ama nasıl, neyle kefareti ödenecek gözyaşlarının? Bunun imkanı var mı? Yoksa öç mü almalı gerçekten? Peki öcü ne yapayım ben, işkencecinin cehenneme gitmesinden bana ne; cehennem o zavallıcığın yaşamını geri getirir mi? Hem cehennem varsa bu nasıl bir uyumdur: bağışlamak istiyorum, sarılmak istiyorum, daha fazla acı çekmelerini istemiyorum. Çocukların çektiği acılar da, gerçeği satın almak için ödeyeceğimiz fiyata katılacaksa, daha şimdiden gerçeğin bu kadar etmeyeceğini söyleyebilirim. Ayrıca bir ananın, çocuğunu köpeklerine parçalatan bir caniyle kucaklaşmasını da istemiyorum. Onu bağışlamaya cüret bile edemez! Çok istiyorsa bir ana olarak, kendisine çektirdiği sonsuz acıları bağışlasın; ama çocuk kendisi bağışlasa bile ananın,  parçalanmış oğlu adına, caniyi bağışlamaya hakkı yoktur! Eğer böyleyse, bağışlamaya hakları olmadığına göre uyum nerede? Dünya üzerinde bağışlama hakkına sahip, tek bir varlık var mı? Hayır, insanları sevdiğim için uyum falan istemiyorum. Öcü alınmamış acılarımla kalmak daha iyi. Haksız olsam bile, yatışmamış öfkemle, kefareti kimsenin ödemediği acılarımla kalmak daha iyidir. Zaten uyuma çok yüksek fiyat biçmişler; giriş parası bizim kesemizi aşar. Bu yüzden giriş biletimi derhal geri veriyorum**. Namuslu bir adamsam bir an önce geri vermem gerekir. Ben de veriyorum işte. Tanrıyı reddetmiyorum Alyoşa, yalnızca saygılarımla biletimi geri veriyorum.

                Alyoşa başını önüne eğerek alçak sesle:

– Bu bir isyan, dedi.

– İsyan mı? Senden böyle bir söz duymak istemezdim. İsyan ederek yaşamak mümkün mü hiç; bense yaşamak istiyorum. Sana bir şey soracağım ama açıkça yanıt ver: diyelim ki insanları sevince boğacak, nihayet huzura kavuşturacak bir kader binasının yapımını üzerine aldın ama, bunun için, az önce anlattığım, minicik elleriyle göğsünü yumruklayan küçüğü kurban etmen, gözyaşlarını yapının temeline akıtman gerekli; bu koşullar altında binanın mimarlığını kabul eder miydin, doğru  söyle!

                Alyoşa yavaşça :

– Hayır etmezdim, diye mırıldandı.

– Peki insanların, sırf onların mutlululukları için inşa edeceğin yapının temeline zavallıcığın, günahsız kanının akıtılmasına razı olup, bu yapıda sonsuza dek mutlu yaşayacaklarını düşünebilir misin? 

– Hayır, düşünemem.

                Aniden Alyoşa’nın  gözleri parladı:

– Ağabey, az önce, dünyada bağışlama hakkına sahip bir yaratık var mı diye sormuştun değil mi? Evet böyle bir varlık var ve her şeyi, herkesi, her şey için bağışlayabilir; çünkü herkes ve her şey için, kendi günahsız kanını akıttı. Sözünü ettiğin binanın da temeli O’dur; ve “ Haklısın ey Tanrı, yolların bize açıldı!” diye Ona seslenecekler.

– “Tek günahsız” ve onun kanından söz ediyorsun! Hayır unutmuş falan değilim; aksine bunca zaman boyunca ondan söz etmemene şaşırdım, çünkü sizinkiler, bu tür tartışmalarda ilk kanıt olarak onu gösterirler. Bak ne diyeceğim Alyoşa, bir yıl kadar önce bir şiir yazdım. Bana harcayacak on dakikan daha varsa, sana okuyabilirim, ister misin?

  Sen şiir mi yazdın?

                İvan gülümsedi.

– Ah hayır, yazmadım; ömrüm boyunca iki dize bile yazmışlığım yok. Bu şiiri tasarladım ve aklımda tuttum sadece. Hem de coşkuyla tasarladım. Sen ilk okuyucum, daha doğrusu dinleyicim olacaksın. (Yine gülümsedi) Gerçekten de yazar neden tek dinleyicisini yitirmek istesin ki? Okuyayım mı, okumayayım mı?

– Can kulağıyla dinliyorum.

– Şiirimin adı “Büyük Engizisyoncu”; saçma bir şey ama yine de sana okumak isterim

 

 




* 1875-1876 yıllarındaki Bulgar ayaklanmasını kastediyor.

** Luka İncili 15. bölüm 11-32 Bap.

* Nekrasov’un “Alaca karanlığa dek” (1859) şiiri.

* “Rusya Arşivi” (1863-1917) ve “Rusya’da Eski Zamanlar” (1870-1918) adlı aylık dergiler.

** 1861 yılında köleliği kaldıran II. Aleksandr’ı kastediyor.

* Mezmurlar, 118. mezmurdan

** Schiller’in bir şiirinden.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir