Hepimiz Stratejik Ortağız, Yani Hepimiz Coniyiz, Cesuruz

Posted by on Ocak 26, 2007 in Güncel

stratejikortak2.jpg

İnsanın insan olmaktan sevinç duymasına yol açan bir cenaze töreninin ardından Türkiye’nin bir yanı akıl almaz bir bulanıklığa düştü. Siyasi ve ticari şirketler, medya ve partiler harıl harıl çalışmaya koyulup aslında Ermeni miyiz, Türk müyüz, adımız ne diyerek akılları çığrından çıkartmaya başladılar. Temel dilsel anlaşmazlığı, belirsizliği ortadan kaldırmak, katliama karşı kardeşliği ifade etmek, savunmak üzere söylenen ve böyle anlaşılması gereken bir sözü, “Hepimiz Ermeniyiz” sözünü sanki bunu söylemek insanın doğuştan gelen özelliklerini reddetmek anlamına geliyormuş ve sanki bir özellik diğerinden üstünmüş gibi yorumladılar: bu çok çarpıcı bir şekilde Hallac-ı Mansur hikayesini hatırlatıyor.
Bu tedirginlik verici bir durum, 70’lerde de böyle yapmışlardı, toplumu iki ve daha çok parçaya bölmüşlerdi. “Bağımsız Türkiye” diyenlerin sözünü bulanık yorumlayarak cinayetlerin yolunu açmışlardı. Şimdi tekrar aynı filmi oynatıyorlar, fakat bu kez gizlemekte zorlanacakları çok şey var ve insan filmi ikinci kez seyrederken ilkinde gözden kaçırdığı şeyleri görebiliyor. Şunu netleştirelim: Hrant Dink cinayeti adi bir çete cinayeti değil, bir gizli örgüt işi ve karmaşık uluslarası bağlantıları var. Bu bağlantıları tanımlayamayabiliriz, ama görmek için uzman olmaya gerek yok. Irak cinayetleri yanıbaşımızda duruyor. Yine de, her koşulda, siyasi düzlem Çeviribilim’in düzlemi değil; bu yazıda durumun dil ve çeviriyle olan bağlantısını, olasılıklarını kendi anladığımca ortaya koymaya çalışacağım.

Öncelikle bulanıklığı dağıtmak, bu tuhaf dilsel yorumun aslında bir şirket yorumu olduğunu tanımlamak için bir iki resmi inceleyelim.

stratejikortak.jpg

Bu yukarıdaki resim “Hepimiz Ermeniyiz” sözünü bulanık yorumlayarak hemen “Hepimiz Türküz” kampanyasını başlatan Tercüman gazetesinin 26 Ocak 2007 tarihli kapak sayfasından bir görünüm. Yorum gerektirmiyor: “Hepimiz Ermeniyiz” sözünü bölücülük olarak tanımlayan gazete, Irak’ı işgal eden, bölen, parçalayan, sayısız cinayete sebep olan ve Türkiye’yi tedirgin eden Amerikan yönetimiyle stratejik ortak olarak tanımlanmamızda bir sakınca görmüyor. Ortadoğu’nun yeniden paylaşımında söz hakkı sahip olmayı bir erdem sayıyor.

stratejikortak3.jpg

Aynı gün, aynı gazete Irak’a giden savaş gemisinin Marmaris’te konaklamasını, askerlerin sahilde alışveriş yapıp geceyi eğlenerek geçirmelerini de bir erdem sayıyor. Onlara samimi bir şekilde “Coniler” diye sesleniyor. Yorum gerektirdiğini sanmıyorum.

medya.jpg

Aynı zamanda, bu gazetenin internet sayfasının en alt kısmına baktığımızda Turkmedya şirketler grubunda yer aldığını görüyoruz. Bu grup İngilizce isimleri olan (yani Türk yerine İngiliz-Amerikan isimleri almış olan) dergiler çıkarmaktan rahatsızlık duymuyor: Autocar, FourFourLine, World Business, Stuff. Aynı zamanda Alem adında, sosyeteden magazin haberleri veren bir dergi de bu grup çerçevesinde yer alıyor. Akşam ve Güneş gazetelerinin de bu çerçevede yer alması, böylece geniş bir yelpazeyle karşı karşıya kalmamız da ayrı bir durum. Burada açıkça görülen şey şu – haber, günlük yorum, köşe yazısı şirket ürünü haline gelmiştir. Bunu yeniden örneklemek için, yukarıdaki Marmaris sefahatı haberinin yanında insanı üzecek kadar çelişik bir şekilde, bir köşeyazarının ağzından Mustafa Kemal’in şu sözünün yer almasına bakabiliriz: “Vatan toprağı kutsaldır, kaderine terk edilemez.”

Şirketlerin dünyasında dil, nesneleşmiş, alınır satılır bir nesne, bir meta haline gelmiştir. Bunu çeviri yapan herkes bilir: şirketlere çeviri yapılır, şirketlerin istediği şekilde çeviri yapılır, dilin kaderi işi verenin elindedir, çevirmen şirketler karşısında özgürlüğünü elinden geldiğince korumaya çalışarak kendi dilinin, emeğinin de özgürlüğünü korumaya çabalar.
Bu cenazenin ardından çevirmenin ve dilin özgürlüğünün önemi daha da ciddi bir şekilde göründü. Dahası, çevirmenlerin ve dil uzmanlarının toplumsal sorumluluğunun daha da arttığı ortaya çıktı. Bunu da birkaç örnek üzerinden ele alalım.
Örneğin, “Hepimiz Ermeniyiz, Yani Hepimiz İnsanız, Ürkeğiz” yazısının ardından, dün bir üyemizden şöyle bir mektup geldi:

“Sitenize üye olmuştum, fakat yayınladığınız yazı tamamen bana ters düşüyor ve ben bu siteden daha fazla mail almak istemıyorum.. Türkiye’de yaşıyorsak, Türklüğe dair alanları genişletmek Türklüğü yaşamaktır önemli olan.. Sizden ricam üyeliğimin derhal iptali ve yayınladıklarınızın bana ulaşmamasıdır. İyi akşamlar.”

Öncelikle, böyle bir mektup gelmesine sevindim, çünkü siyasi şirketlerin yarattığı akıl karışıklığının ardından çok ağır mektuplar gelse şaşırmayacaktım. İkincisi, ifade kanımca doğru, sadece çıkarım yanlış: Türkiye’de yurttaşın durumu “Türklük” olarak tanımlanıyor, herhangi bir kanun maddesinde tanımlanması gereken “Türklük” etnik bir aidiyet değil, Türkiye’de yaşayan her yurttaşın durumu olarak “Türklük” olmalı. Bu “Türklük”ün çerçevesine, Ermeniler de, Türkler de, Abazhalar da, Çerkesler de, kısacası dünyanın en renkli ülkelerinden biri olan bu ülkede yaşayan herkes giriyor. Tıpkı İngiltere’de “İngilizlik”in, Fransa’da “Fransızlık”ın çerçevesine o ülkede yurttaş olarak yaşayan herkesin girmesi gibi. 301’in sorun halini almasına yol açan şey, “Türklük”ün ne yazık ki, yurttaşlık değil, ırk temelinde yorumlanmasıdır. Bu da eninde sonunda bizim, dil uzmanları ve çevirmenlerinin sorumluluğuna giren bir şey sayılabilir: Türkiye Türklüğünün ırksal bir zemin olmadığını topluma yeterince anlatamıyor, aktaramıyor olabiliriz. Bir katil cinayetinin ardından “Ermeni’yi öldürdüm” diye bağırarak sokakta koşuyorsa, ertesi gün binlerce insanın “Biz de Ermeni’yiz” diyerek yürümesinin şaşırtıcı bir yanı yoktur, gurur duyulacak bir yanı vardır. Aksine, cinayeti “Türklüğe hakaret edilmesi” nedeniyle işlediğini söyleyen bir katille karşı karşıyayken, “Hepimiz Türküz” demenin ciddi bir hata olduğunu fark etmek gerekir. Sonuçta herkes zaten olduğu şeydir.

Bu cinayetin ardından gelen yorumlar da bize önemli bir dil ve tarih sorunu karşısında olduğumuzu gösteriyor. Cumhuriyet ve demokrasi çerçevesinde yaşayan bir ülkede, yurttaşların bir kısmının eskiden “sadık teba”, günümüzdeyse “emanet” olarak tanımlandığı öne sürülebiliyorsa, sorun çok ciddi demektir. Bu sorunu anlaşılır kılmak için, örneğin Rusya’da yurttaşların bir kısmına “sadık teba” ve “emanet” denmesinin yaratacağı rahatsızlığı düşünebiliriz; eğer azınlık olmak böyle bir tanımlamaya izin veriyorsa, Amerika’da Kızılderililerin bu şekilde tanımlanması da doğal karşılanabilir demektir. Bu da akıldışıdır.
Bu dil ve tarih sorununu kırmak için çevirmenlere önemli bir sorumluluk düşüyor. Cenazede kamuoyunu rahatsız edebilecek tek şey vardı: o da, Hrant Dink’in 1500001’inci cinayet olduğunu, bu cinayetin genocide’nin bir devamı olduğunu dile getiren birkaç küçük afiş. Bunlar cenazenin afişleri değildi, binlerce insan bu afişlerin ardında yürümedi, fakat çeviri yoluyla gelmişti bu afişler. Bu ifade de, Ermenileri bu kez Avrupa emperyalizminin “sadık tebası” ve “emaneti” olarak gören kişilerden birinin, Robert Fisk’in cinayetin ardından yazdığı yazısından çeviri yoluyla gelmişti. Fisk 20 Ocak 2007 tarihinde şöyle yazdı:

“Hrant Dink dün Ermeni genocide’sinin 1500001’inci kurbanı oldu. Eğitimli ve kibar bir gazeteci ve akademisyen olarak, Türkçe-Ermenice haftalık gazete Agos’un editörü olarak iki millet arasında 20. yüzyılın ilk holokost’unun ortakl bir anlatısını elde etmeye çalışıyordu. Ve bunun bedelini ödedi: dün öğle vaktinde İstanbul caddelerinde bir suikastçi iki kurşun kafasına, iki kurşun da bedenine sıktı.”

Bir İngiliz haber şirketinden gelen bu çirkin yorumun, en az, burada “Hepimiz Ermeniyiz” gibi erdemli bir sözü “bölücülük” olarak tanımlayanların yorumu kadar çirkin olduğunu söylemekle yetineceğim. (Fisk’in yaklaşımının olumsuz yönlerini daha önce Çeviribilim’de ele almıştık.) Burada asıl çarpıcı olan şey, Ermenice’nin kendi adına konuşmasının her iki tarafça da engellenmesidir. Her iki yorumu yapan taraf da üst dillerle, hiçbir şekilde asıl dili bilmeden yorum yapmaktadır. Fisk, belirgin bir şekilde “diyaloğun bedelinin ölüm olduğunu” ifade ediyor. Diğer taraf da diyaloğu daha en baştan, reddediyor.
Öyleyse, bizim, dil uzmanı ve çevirmenlerin diyalog sorumluluğunu üstlenmemiz gerekiyor: yaşadığımız ülkenin sahip olduğu dilleri bilmekle, onların tarihine ve geleceğine katkıda bulunmakla yükümlüyüz. İnsan olarak tek yükümlülüğümüz geçimimizi sağlamak, bunun için uluslararası şirketlerle anlaşabileceğimiz, onlara iş yapabileceğimiz dilleri öğrenmek değildir. Önünden geçtiğimiz kilisenin, Ermeni harfleriyle yazılmış Türkçe tiyatro oyunlarının, Rumca anıtların yazılarını okuyabilmek insan ve dil uzmanı olarak sorumluluğumuzdur; tıpkı eski Türkçe yazıyı öğrenmek gibi. Anne babası kavga etmiş olan kardeşler birbirinden ayrılmaz, o kavgayı kendi hayatlarında yinelemez, bilinçlerinin, vicdanlarının bir parçası olarak anlar, öğrenir, değerlendirirler. Başkalarının, aileden olmayan, aynı memeden süt emmiş, aynı kucakta oturmuş olmayan kişilerin söylediklerini dinler, ama yüreklerinin sesine kulak verirler; çünkü dil aslında şirketlerin değil insanların, o insanların ortak duygularının tınısını taşır. Tıpkı bütün Anadolu’nun seslerini taşıyan Türkiye Türkçesi gibi.
Ermenice atölyeleri önerisinin anlamı budur. Acilen bu atölyelerle işe koyulmak, dil bilmezliğin, ikinci dillerin araya girmesine engel olmak gerekiyor.

1 Comment

  1. Arkadaşlarımdan gelen onlarca ”BiR ERMENi ÖLDÜ ONBiNLER YÜRÜDÜ HER YIL ONBiNLERCE şEHiT VERiYORUZ HANGiNiZ YÜRÜDÜNÜZ” benzeri mailleri okuyup utanırken, ”hepimiz ermeniyiz” sözünün bu kadar çirkin yorumlanmasına anlam veremezken sizin yazılarınızı okuyup bir kere daha doğru yolda olduğumu anlamamı sagladığınız, kendimi eğitimini gördüğüm çeviribilim alanında geliştirmemi sagladıgınız icin çok teşekkür ederim. İyi ki varsınız…

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir