Çevirmen Yargılansın, Toplum Aklansın

Posted by on Kasım 29, 2011 in Yorum

Çevirmen: Mesleki Sorumluluk Sahibi Kişi’ye İkinci Katkı

Çevirmenler Birliği, Çeviri Derneği ve Birleşik Konferans Tercümanları Derneği’nin başlattığı “Çevirmenler Yargılanmasın” ya da “Elçiye Zeval Olmaz” kampanyasının üzerinden üç yılı aşkın bir zaman geçti. O dönemde siyasi bazı kitapların çevirmenleri, yazarları “burada bulunamayınca” yargılandığı için böyle bir kampanya başlatılmıştı.

Ben, kampanyanın, çevirmenlerin yargılanmasının saçma ve yanlış olmasına odaklanmasını yanlış bulmuş, “çevirmen de yargılanabilir, yargılanmaktan kaçınacağı, sorumluluğunu almayacağı metni çevirmemelidir” görüşünü savunmuştum. Çünkü yargılamanın sonu gelmeyeceği ve bu kampanyanın düz mantık sonucu olan, “çevirmen değil yazar yargılanmalıdır” görüşünün iyi bir sonuç vermeyeceğini, çünkü yargılamaların sonunun gelmeyeceğini düşünüyordum.

Yargılamaların sonu gelmedi. Hatta bunlar tutuklamalara dönüştü. Ahmet Şık, Nedim Şener, Soner Yalçın, Barış Terkoğlu, Müyesser Yıldız, Yalçın Küçük, Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu vb. vb. tutuklamalarında görüldüğü gibi. Bilgisayarlardan kitap toplatmalar, yayınevi basıp yayımlanmamış kitap aramalara dönüştü. Dolayısıyla, bugün artık çevirmenlerin yargıdan kaçınarak aradan sıyrılabileceği, hukuki bir işlem yanlışını düzelterek kurtulmanın mümkün olabileceği bir durumla karşı karşıya olmadığımız ayan beyan ortada.

Aslında o zaman, 2008’de de ortadaydı. Ergenekon adı verilen davadaki nedensiz ve kamuoyuna gerekçelendirilmeyen tutuklamalar bunu açık seçik gösteriyordu. Tek sorun vardı: o davalarda adı geçen isimleri medya ve kamuoyu yeterince tanımıyor, tanıtmıyordu. Tanınanlar da şirketler için gözden çıkarılabilecek öğelerdi, tıpkı çevirmenler gibi. Bu açıdan gazete habercileri ve köşe yazarları iyi bir örnek – tıpkı çevirmenler gibi yerlerine başkaları getirilebildi. Güler Kömürcü, Emin Çölaşan, Bekir Coşkun, Oktay Ekşi, Fatma Sibel Yüksek.. siyasi nedenlerle işlerinden çıkarılan gazetecilerden sadece birkaç tanesi. Aylin Duruoğlu, Baha Okar çalıştıkları işyerlerinin sahip çıktığı nadir örnekler.

Dolayısıyla sadece çevirmenin değil, toplumun her üyesinin sorumluluktan kaçınamayacağı, evde otururken bile dinlenip dinlenmediğinden, gizli kameraya alınıp alınmadığından kaygılandığı bir ortamda yaşadığımız, kampanyadan bu yana geçen süreçte çok daha net bir şekilde göründü. “Çevirmen yargılanmalı mı, yargılanmamalı mı?” sorusu eskidi, geçersizleşti; herkesi her an yargılanabileceği, tutuklanabileceği duygusuyla yaşatan bir ortam yerleşti.

Fakat bu ortam yerleşirken, sistem, herkesi bölmeyi ve ortak payda olması gereken hukuk ve adalet duygusunu zayıflatmayı başardı. Toplumda, gücü olanın kendi hukukunu kurduğu, kurabildiği ve başka bir dönemde kendisini ezenlere bu şekilde ders verebildiği fikri hakim oldu. Toplumsal hayatın mafyalaştığı ve herkesin kaygıyla yaşadığı bir ortamda, deyim yerindeyse, herkes “adalet” ile “intikam” kavramlarını birbirine karıştırdı. Oysa birini yaralamak için kullanılan bir bıçağın silinip pasta kesmek için kullanılabilmesi, insan vicdanını zedeleyen bir durumdur.

Bu çerçevede dönüp geriye baktığımızda, “elçiye zeval olmaz” kampanyasının yanlış ve zayıf bir kampanya olduğunu eskisinden daha güçlü bir şekilde düşünüyorum. Çevirmen yargılamalarının fikir ve düşünce özgürlüğü çerçevesinde, aydın insanların sanat üretiminin, düşünce savunmasının engellenemez olması çerçevesinde ele alınması gerekiyordu. Bir müteahhit gibi aradan çekilip binada sorumluluğumuz olmadığını iddia etmenin anlamı yoktu: bu davaların birer “vicdani red” davası gibi düşünülmesi gerekiyordu.

En son örneklerde İsmail Yerguz, Süha Sertabiboğlu ve Funda Uncu muzır eserler çevirmek nedeniyle yargılandılar. Yerguz ve Sertabiboğlu’nun yayımcısı İrfan Sancı yayımladığı eserleri yayımlama hakkı olduğunu savunarak Yayım Özgürlüğü Ödülü aldı. Çevirmenlerin de aynı hakkı, özgürce çevirme hakkını savunması ve Çevirme Özgürlüğü Ödülü alması gerekiyor.

Funda Uncu’ya karakolda “neden porno çeviriyorsun?” diye sordular. Kitabın orijinal adında “porno” kelimesi yoktu: Palahniuk’un “Snuff” adlı romanı “Ölüm Pornosu” diye yayımlanmıştı. Kitabın adına çevirmen mi karar verdi, yayınevi mi? Yargıda büyük olasılıkla bu “küçük ayrıntıyla” ilgilenmeyecekler. Oysa bu küçük ama dev bir ayrıntı: yayınevi kitabı bu çeviriyle çevirmene sormadan yayımladıysa, çevirmene yaşattıkları için ağır bir özür borcu var; ama eğer çevirmen çeviri kararı olarak bu ismi koyduysa, “snuff” sözcüğünün Amerikan toplumundaki yeriyle, “porno” sözcüğünün Türkiye’deki yeri arasında bir ilişki kuran biri olarak, Palahniuk’un algılanmasında olduğu gibi yargılanmasında da payı var demektir. Davaya çağrılmasa bile çağrılmış sayılır.

Özetlersek: Çeviri ya da işleme eser ve hukuk arasındaki ilişki tekboyutlu değil ve geçen yıllar içinde bu ilişkiyi açıklamaya yönelik bir çalışma ortaya çıkmadı. Hukukun sıra dışı kullanıldığı birçok örnekle karşılaştık, ve yayıncılık ve habercilik alanındaki bu örnekleri değerlendirmeyi, hukuki bağlar kurmayı başaramadık. Bunun da iki temel nedeni oldu: birincisi, fikir kamplaşması toplumda şiddetlendi ve gitgide derinleşiyor, entelektüeller bu kamplaşmanın dışında, genel olarak fikir ve düşünce özgürlüğünü savunmayı başaramadı. Herkes kendi grubunu savundu. Çevirmenler açısından, kampanya bizi yanlış yönlendirdi, “elçiye zeval olmaz” fikrinin kendiliğinden anlaşılırlığına bıraktı herkes kendini. Fakat her alanda elçilerin cezalandırdığını gördük ve başkalarının elçilerinin cezalandırılmasına aldırmadık.

İkincisi, bu hukuki ve siyasi yoğun gündem bizi temel çelişkimizi ele almaktan alıkoydu. Çevirmenler Birliği, çevirmenlerin yayıncılık piyasasındaki kötü çalışma koşullarını düzenlemek üzere harekete geçmişti, fakat bu yargılamalar ve kampanyalar sırasında girdiği işbirlikleri, onu ortamın bilinen, eski aktörlerinden biri haline dönüştürdü. “Elçiye zeval olmaz” kampanyası kitap çevirmeninin yayıncıyla olan uzlaşmaz çelişkilerini göz ardı ettiren bir kampanya oldu: herkesin kendi sorumluluk alanını belirlediği, özne olarak çıktığı bir tavır olmayınca, çevirmenin aradan çekildiği, yayıncılık sürecinde önemsiz ya da ikincil bir aktör gibi algılanmaya çalıştığı bir durum ortaya çıktı. Temel maddi çelişkiler görünmezleşti: çevirmenin yayıncıyla ekonomik ilişkisi, çeviri politikaları ve kararları çerçevesindeki ilişkisi, sigortasız, geçici süreli bir çalışan olarak, iş ve gelir güvencesi olmayan bir emekçi olarak kurduğu ilişki geçici olarak rafa kaldırıldı. Mahkemelerde sorumlu yayımcı, sorumsuz geçici işçi ya da sanatçı çevirmen gibi eğreti bir tablo çıktı ortaya: oysa mahkemenin vereceği karar çevirmenin yayımcıyla nasıl kurduğunu bilmediğimiz (ücretini aldı mı, hak ettiği şekilde mi aldı, sözleşmeyle mi çalıştı, çalışma koşulları iyi miydi vb.) ekonomik ilişkisini doğrudan etkileyecek bir karar oldu.

Kısacası, çevirmenlerin yargılanması üzerine yeniden düşünmek gerekiyor. Bu yargılamaları doğrudan fikir ve ifade ve çalışma özgürlüğüne müdahale olarak tanımlamak gerekiyor. Bu yargıları aynı zamanda çevirmenin işvereniyle ilişkisinin de sorgulandığı bir alan, bu ilişki biçiminin yeniden kurulması için bir fırsat olarak görmek gerekiyor. Yoksa, bugünkü biçimiyle, çevirmen yayımcının yanında sorumluluk sahibi bir özne olarak değil, sorumsuz bir yardımcı olarak görünüyor – ve bu çevirmenin gerçek konumu değil.

Yeni bir hukuk yaklaşımı ve yeni bir çevirmen-yayıncı ilişkisi kurmak zorundayız. Eğer kindar değil, İnsanca bir toplum arzu ediyorsak.

(Burada dile getirilen görüşler, genel hatlarıyla, 30. İstanbul Kitap Fuarı’nda Çeviri Derneği’nin düzenlediği, “Kitap Çevirirsek Kaç Yıl Yatarız?” başlıklı, Bilge Sancı ve benim katılımımla, Turgay Kurultay’ın yönetiminde gerçekleşen etkinlikte dile getirdiğim görüşler. Daha önceki “Çevirmen: Mesleki Sorumluluk Sahibi Kişi” ve “Çevirmen: Mesleki Sorumluluk Sahibi Kişi’ye Katkı” başlıklı yazılar için bkz. Çevbir sitesi.)

***

İLGİNÇ BİR VAKA

Son dönemdeki hukuki süreçleri ve bunların medyadaki sunum biçimlerini izlemenin gerekli olduğunu gösteren çarpıcı bir örnek yakın bir zamanda yaşandı. Ergenekon davası çerçevesinde yargılanan gazeteci Fatma Sibel Yüksek, Odatv’ye açılan davanın ilk duruşmasının ardından, Açık İstihbarat adlı sitede bir eleştiri ve değerlendirme yazısı yayınladı (OdaTV Davasında Taktik Hatası ve Hep Aynı Yanlışlar). Yazıda bu tip davalarda yargılananların yanlış tutum izlediğini, reddi hakim ve uzun açıklamalı savunmaların sorunu bulanıklaştırıp çözümü güçleştirdiği fikrini savunuyordu (yayıncı-çevirmen davalarında da gözlemek mümkün bunu; fakat kişiler tarihsel savunmalar yaptığında, bu uzun savunmalar önem taşıyor). Yeni Akit gazetesi bu yazıyı 28 Kasım günü manşetine taşıyarak, yazıyı Yüksek dava sürecini güçleştirmek ve kararı ertelemek için özellikle bu yöntemleri kullanıldığını “itiraf etme” yazısı olarak yorumladı. Bu çarpıcı manipülasyonu yaptığı gün, KCK davası çerçevesinde tutuklanan iki kişinin yatak odasında tutuklanma görüntülerini – 28 Şubat fotoğraflarını hatırlatır şekilde – , yine kapak sayfasından yayınlıyordu.

Çevirmen yargılanmaları açısından bu çarpıtma ve yönlendirme örneklerinin nasıl bir önem taşıdığı, Funda Uncu’nun dava sürecinin medyada nasıl yer aldığı hatırlanırsa anlaşılabilir. Uncu da medyada sözlerinin çarpıtılması sonucunda, ifade verirken maruz kaldığı kaba şakalar, konuşmalarından ayıklanan sözcüklerle ilgili tartışmalara sürüklenmiş, yaşadığı usulsüz durumların hukuki ve insani değerlendirmesi bu sunumların gerisinde kalmıştı.

***

Duyuru

1 Aralık 2011 günü, Süha Sertabiboğlu ve Sel Yayıncılık’ın William Burroughs-Yumuşak Makine çevirisi konulu davası, saat 10.30’da, Çağlayan Adliyesi – 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde devam edecek. Çevirmenler Birliği çevirmenleri geniş katılımlı destek için davet ediyor.