Bize Ne Oldu, Biz Ne Olduk?

Posted by on Mart 15, 2008 in Deneme, Güncel

Uzun uzun düşünmek gerek. Uzun uzun düşündüğümüz bir dönemde yaşıyoruz. Uzun uzun dalıp düşünmek gerek: nereden geldik, nereye gidiyoruz.. nereye? İçine düştüğümüz kaosun gülünç olamayacak kadar gerçek bir simgesi var: İstanbul İl Milli Eğitim Müdürü, “müptela arı” projesini ortaya attı, yani arıların uyuşturucu bağımlısı yapılmasını, okullara salınarak uyuşturucu kullanan öğrencileri sokarak saptamalarını önerdi. Bu projenin ilkokul öğrencilerinden intihal edilmiş olabileceğiyle ilgili haberler bir yana, aynı yetkilinin Star gazetesinin çevirmen ismi taşımayan klasik eser kitaplığını tavsiye edenler arasında yer alması da bir yana, bir milli eğitim müdürünün genetik uzmanlık gerektiren ilgili öneriler getirebilmesinin akıldışılığı da bir yana, arıların nasıl denetleneceği sorusu da bir yana, uyuşturucu kullanan gençler için başka canlıların gözden çıkarılmış olması da bir yana, uyuşturucu kullandığı bu şekilde, herkesin ortasında arı sokmasıyla saptanan gençlere ne yapılacak? İtlaf mı edilecekler? Okul aile birliği aidatını ödeyemediği için sınıfın içinde utandırılan çocuklar sıradan bir şey artık, şimdi de sıkıntıları yüzünden bağımlılıklar edinmiş çocuklar için parlak aşağılama yöntemleri aramak mı moda olacak?

Türkiye yönetilmiyor, idare ediliyor, ya da daha doğrusu Türkiye’yi gerçekten yönetenler görünmüyor, idare edenler, oyalayanlar görünüyor. Tatsız bir ortaoyunu seyrediyoruz, seyredecek başka şey yok, bütün medya denetime alınmış durumda, idare edenlerin idaresine o da katılıyor, filmlerle, yarışma programlarıyla, promosyon kampanyalarıyla idare ediyor, oyalıyor bizi. Kötü bir ortam – herkesin günlük geçiminin güvencesizliğinin koyu kaygısıyla idare edilen hayatını idare ettiği kötü bir ortam. Eğitim amatör genetikçilerin idaresinde, ekonomi very special man’lerin, iktidar kimbilir kimin idaresinde..

İşte böyle bir ortamda, Türkiye’nin en nitelikli aydın ve çevirmenlerinden birinin yazdığı yazıyı dikkatle, uzun uzun düşünerek okumak gerek. Ahmet Cemal’in, George Lukacs’tan Nietzsche’ye çok sayıda Almanca çevirinin sahibi, Yazko Çeviri ve BFS Çeviri dergilerinin editörü Ahmet Cemal’in 13 Mart 2008 gün, Cumhuriyet gazetesinde yayınladığı yazıyı uzun uzun düşünerek okumak gerekiyor. Yönetilmeyen Türkiye’de neler çevrildiğini, bir devletin neye çevrildiğini, nasıl idare edildiğini düşündüren bir yazı bu: çevirmenin umutsuzluğu.

Hayır, Türk Olmayı Beceremedik!

Önce Mustafa Kemal Atatürk’ ün Türk gençliğine söylediklerinden bir alıntı: “…Bir gün, istiklâl ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şeraitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerait, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir. İstiklâl ve cumhuriyetine kastedecek düşmanlar, bütün dünyada emsali görülmemiş bir galibiyetin mümessili olabilirler. Cebren ve hile ile aziz vatanın, bütün kaleleri zaptedilmiş (…) olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vâhim olmak üzere, memleketin dahilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsî menfaatlerini, müstevlilerin siyasî emelleriyle tevhid edebilirler. Millet, fakr ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. Ey Türk istikbalinin evlâdı! İşte; bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk istiklâl ve cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kanda, mevcuttur! ”

Şimdi, birkaç gün önceki televizyon kanallarından iki sahne.

Birinci sahne: Avrupa Birliği üyesi Yunanistan’ın Dışişleri Bakanı Bayan Bakoyanni , “beklenmedik” bir ziyaret yaptığı Ankara’da, AKP, yani iktidar partisinin toplantısında, türban yasağının insan haklarına aykırılığından söz ediyor. Ve toplantıda bulunanlar tarafından çılgınca alkışlanıyor!

O toplantıda hazır bulunanların kimi ve neyi alkışladıkları üzerinde çok dikkatle durmamız gerekiyor. Çünkü Bayan Bakoyanni, söylediği sözlerle, başka hiçbir ülkede yapmaya asla cesaret edemeyeceği bir küstahlığın, bir diplomatik skandalın, bir hukuk kepazeliğinin altına imza atıyor.

Mondros Mütarekesi’nden sonra, Büyük Britanya İmparatorluğu’nun maşası olarak Anadolu’yu işgale kalkan, Kemal’ in askerlerine yenilmeye başladıktan sonra, geri çekilirken kadın, erkek, yaşlı, genç ve çocuk demeden, geçtiği yerlerdeki halkı acımasızca süngüleyen, yakan ve öldüren; Lozan’dan bugüne kadar da, Millî Mücadele’de yediği köteği unutamamanın acısıyla, her vesileyle Türkiye Cumhuriyeti’nin karşısına dikilmeye çalışan bir ülkenin dışişleri bakanı, nasıl oluyor da içişlerimize utanmazca karıştığı bir toplantıda, iktidar partisinin yandaşlarınca alkışlanabiliyor?

Alkışlanabiliyor, çünkü o salondakiler, ülkelerine artık bir ‘ devlet’ değil, fakat bir ‘ cemaat’ gözüyle bakmaktalar! ” Bizim cemaatten yana konuşsun da, kim olursa olsun!”

Bir başka sahne; bu kez güneydoğudan.

Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde temsilcileri bulunan bir siyasi partinin milletvekili olan hanım milletvekili, görüşmeler için Ankara’ya gelmiş olan Irak Devlet Başkanı Celal Talabani’ ye şu sözlerle verip veriştiriyor: ” Biz sana güvendik… Biz sana, o devletin temsilcileriyle görüşme dedik!”

“O devlet”, hangi devlet? Konuşmayı yapan milletvekilinin sadakat yemini ettiği, Meclis’inde yer aldığı devlet değil mi? Yoksa bu sayın milletvekili, Meclis kürsüsünde yeminini ederken, bir başka devleti mi kastediyordu?

Ve aynı günlerde, bir köşe yazarı yazısında Öcalan’ ın infaz koşullarının rahatlatılmasını talep ediyor…

Bu sahnelerin ardından, okurlarıma önemli bir tavsiyede bulunmak istiyorum. Bugünlerde, zaman yitirmeksizin, Onursal Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ ın Bilgi Yayınevi tarafından yayımlanan “AKP Çoktan Kapatılmalıydı” başlıklı kitabını okuyun; hem de çoğu satır altlarını çizerek ve tekrar tekrar. Sadece AKP ile sınırlı olmayıp, Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın tarihinin çok önemli bir bölümünü de tartışmaya yer bırakmayacak bir kesinlikle sergileyen bu kitabı okuyunca, göreceksiniz.
Neyi mi?

Her şey olabildiğimizi. Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan seksen yıl sonra, bir din devletine doğru giderek artan bir hızla yol alabildiğimizi. Güneydoğu’da, penceresine Türk bayrağı asıp: “Ne mutlu Türküm diyene!” diye bağıran bir Türk kadının evini taşlayanların başkanı için hapishanede ‘ daha insani koşullar’ isteyebildiğimizi. Yurtdışında Ermeni kurşunlarıyla can veren, bir mezarlık dolusu diplomatımız için: “Hepimiz, bu devletin temsilcileriyiz!” diye bağırmayı düşünmezken, meydanlar dolusu Ermeni olabildiğimizi! Ve, sadece, evet, sadece, Misak-ı Milli anlamında Türk olamadığımızı!”

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir