Çeviribilim: Konular, Sorunlar, Arayışlar

Posted by on Mart 15, 2006 in Kuram, Tarih

Günümüzde çeviribilim derken genelde 1970’li yıllarda özerkliğini kazanan, Batı dillerinde ‘translation studies’, ‘Translationswissenschaft’, ‘traductologie’ gibi sözcüklerle anılan bir daldan söz ediyoruz. ‘Bilim’ sözcüğünün ‘-wissenschaft’, ‘studies’ ya da ‘-logie’ ile örtüşüp örtüşmediği, bu kullamımların her birinin bir diğerine nasıl çevrilebileceği sorusunu bir yana bıraksak ve aynı alana gönderme yaptıklarını varsaysak bile bu alanı kapsayıcı biçimde sunmak olanaksız. Çeviribilimin oldukça yeni bir bilim dalı olmasına karşın bu denli büyük bir çeşitlilik sergilemesi inceleme konusu olan çevirinin karmaşık doğasından kaynaklanıyor. Çeviri, insanların, kültürlerin, metinlerin kaynaştığı, dostlukla ya da düşmanca karşılaştığı her ortamın olmazsa olmazı. Konu kültür, toplum, birey, politik görüş ya da din olsun, ‘öteki’ne dokunmak, onu tanımaya çalışmak ne denli karmaşıksa çeviri de o kadar karmaşıktır. Çeviribilim ‘çeviri’yi konu alıyorsa, inceleme alanının sınırlarını ve sorulacak soruları bu karmaşayı dikkate alarak belirlemesi gerekir. Bunu yaparken komşu alanlarla sıkı bağlarını korumalı, yenilerini oluşturmalı ve geliştirmelidir; karmaşayı göz ardı etmemesi bunu da gerektirir. Çeviri konusu, dilbilim, yazın kuramları, kültür ve iletişim kuramları, bilişim kuramları, tarih ve politika gibi pek çok alanda çıkar karşımıza. Kiminde araştırmacılar ‘konu’ olarak ele alır, irdelerler, kiminde sorunsalın üzerinde durmadan mecaz anlamda kullanırlar ‘çeviri’yi. Bu alanlarda geçen çeviri anlamları, düşünce geleneklerine bağlı olarak gelişen, yerleşen ve yerinden pek kolay kalkmayan bir çeviri anlayışını yansıtır çoklukla. Çevirinin, anlamı olduğu gibi aktarması gerekirken özgün olanı bozduğu, ötekini yok ettiği yolundaki bu görüş, yapısalcılık sonrası kimi yaklaşımlarda bile çevirinin adeta günah keçisi gibi sunulmasına yol açar. Örneğin, yeni bir etnoğrafya arayışı içinde olan Stephen Tyler, başka kültürlerin betimlenmesinde ve yazılmasında dış dünyayı yansıttığımız yanılgısından ve ‘mimesis’ düşüncesinden kurtulmak gerektiğini söylerken, çeviriyi mimesis’e bağlar; etnoğrafya anlayışının çeviriyle ilişkilendirilebileceği düşüncesinin şu sözlerle önüne geçmek ister:

[Çeviriyi] bir metni diğerinden ayıran ve orta yolda dilleri değiştirdiğimiz bir ırmaktan geçmek olarak düşünürsek, hayır [ilgisi yoktur]. Bu, dilde mimesis’tir, bir dilin ötekini kopyalaması – ki hiçbir zaman kopya değildir o, az ya da çok bükülmüş bir özgün metindir. […] Bir toplumun anlamlarını, ötekiler hiç yokmuş gibi kendi bildiğimiz anlamlara taşıyabileceğimiz düşüncesi saçmadır. Her ikimizin de paylaştığı anlamlar dışındakileri, ötekilerin anlamlarını bilemeyiz. Anlamları paylaşıyorsak da çeviriye değil, bir tür anımsatmaya gereksinim vardır ancak.1

Tyler, etnoğrafyanın gelişmesinde etkili olmuş eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşımında dış gerçek ile dil, düşünce ile dil, kültür ile dil arasındaki bağları incelerken, bireyler ve kültürlerarası ilişkilerde güç dengelerini, yazma süreçlerinin önemini vurgularken çeviriyi dışlıyor. Oysa tüm bunlar doğrudan çeviri sorunsalını çağrıştırıyor.

Çevirinin her zaman gündemdeymiş gibi görünen bir konu olduğuna bakmamalı. Çeviri nasıl ikincil konumda, özgün metnin bir kopyası olarak görülüyor, çevirmenin emeği dünyanın hemen her yerinde nasıl yazarınkinden daha az değerli bulunuyorsa, çevirinin düşünsel ya da bilimsel olarak tartışılması da marjinal kalmıştır. Genel olarak belli bir çeviri kavramı sorgulanmadan, yenilenmeden, felsefi temellerine bakılmadan önsel olarak benimseniyor ve tartışmalar iyi çeviri nedir, nasıl olmalıdır, sadık çeviri nasıl yapılır gibi sorulara indirgeniyor. Çeviriyi yeniden düşünmek, kendi bağlamı içinde ve doğasını dikkate alarak düşünmek, bu sorulara getirilecek yanıtları değil, soruların kendilerini değiştirmeyi gerektiriyor. Çağdaş çeviribilimin bu soruların değişmeye başladığı zaman doğduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz, çeviri ve çeviri düşüncesi tarihine baktığımızda çeviriye ilişkin pek çok ilginç kuramsal yazı buluruz, ancak bunların çoğunda çeviri bir amaç olarak değil, bir araç olarak görülmüş, söz gelimi kutsal ya da yazınsal metinlerin okurlara olabildiğince ‘sadık’ çevirilerle ulaşması üzerinde durulmuş ya da yabancı dil öğretiminde yöntem geliştirirken çeviriden yararlanmanın yolları aranmıştır. Çeviriyi tüm kapsamıyla ve derinlikli olarak düşünebilmek ancak çeviribilim çerçevesinde olanaklı görünüyor. Hatta Toury, Vermeer ve Berman gibi bilimcilerin de savunduğu gibi, çeviri konusunun başka alanlar tarafından incelenmesinin çevirinin konumunu olumsuz etkilediği söylenebilir.

Çeviri yüzeye çıkmayan, gizli bir eylem olarak kaldı, çünkü kendini ifade edemiyordu. Ayrıca büyük ölçüde ‘düşünülmemiş’ bir konuydu, inceleyenler de de onu başka şeylere, örneğin yazına (ya da onun bir alt türüne), eleştiriye (ya da onun bir alt türüne), uygulamalı dilbilime uydurma eğilimindeydi.2

Tarih ve gelenekten devraldığı yüke bakıldığında dallararası ilişkiler, çeviribilimin en önemli konularından biri olarak çıkıyor karşımıza. Çeviribilimin önemini görmek ve anlamanın, onu özerk bir bilim dalı olarak benimsemenin ötesinde onu içerik ve yaklaşım olarak bu dallardan ayrı kılanın ne olduğunu da düşünmek, belirlemek gerek. Metinlerin, çevirilerin, okuma ve yazma süreçlerinin, alımlamanın, yorumun ve bunlarla ilişkili konuların pek çok başka alanda da tartışıldığını düşünürsek yukarıda sözünü ettiğim soruların belirleyici olduğu anlaşılıyor. Bir yazınbilimciyle ya da bir dilbilimciyle aynı metin üzerinde çalışan çeviribilimciyi onlardan ayıran, çalışmasının çıkış noktası olan sorulardır. Çeviribilimin bu sorulardan oluşan çatısı sağlam kurulduğu ölçüde diğer disiplinlerle bağları güçlenecek, ilişkileri tek yönlü olmaktan çıkacak, alış veriş ve etkileşime dönüşecektir. Bugün çeviribilimde sorulan sorular, değindiğim karmaşıklığı basite indirgemeden, öğelerden birini ya da bazılarını ön plana çıkararak diğerlerini yadsımadan, çeviri denen olguyu bütünlüklü olarak ve çeviri başlığı altında ele alınabilecek başka olguları da kapsayacak niteliktedir. Çeviribilimin merkezindeki en önemli sorunun ise çevirinin tanımına ilişkin olduğu söylenebilir.

Çeviri Çeşitliliği

‘Çeviri nedir?’ sorusu, her ‘… nedir?’sorusunda olduğu gibi önce tanımlama sorunsalını gündeme getiriyor. Heidegger’in ‘varlık nedir’ ve dil nedir?’ sorularına ilişkin tartışması ve metafizik eleştirisi çeviriye de doğrudan bağlanıyor.3 ‘Dil nedir?’ sorusunu nasıl ancak dilin içinden sorabiliyorsak ‘çeviri nedir’ derken de çevirinin ne olduğuna ilişkin bir bilgiyi bu soruyu daha sorarken varsayıyor görünüyoruz. Ayrıca çevirinin sınırlarını ‘dilsel aktarım’ın ötesine geçecek biçimde açtığımızda her zaman bir çeviri süreci içinde olduğumuz söylenebilir. Bu, sadece örneğin ‘çeviri’ derken ‘translation’u da düşündüğümüzde değil, genel anlamda iletişim, okuma ve yorumlama eylemlerimiz için de geçerli. Çevirinin tanımı sorunu çeviribilimin oluştuğu yıllarda gündeme gelmiş, tekrar tekrar tartışmaya açılmış, ancak her zaman belli noktalarda tıkanmıştır. Kanımca bunun nedenlerinden biri, çeviribilimin inceleme alanını belirleme ve genişletmeye ilişkin tartışmalarla tanım tartışmalarının birbirine karışması, birinin diğeriyle aynı tutulmasıdır. Sözgelimi, Betimleyici Çeviribilim’in kurucusu, dizgesel yaklaşımın temsilcilerinden Toury’nin çeviribilimin inceleme alanının genişlemesine önemli katkıları olmuştur. Geleneksel yaklaşımlarda ‘çeviri’ olarak kabul edilmeyen olguları da kuramına konu ederek metinlerin oluşumunda ve biçimlenmesinde toplumsal, tarihsel vb. etmenlerin önemini vurgulamıştır.4 Ancak Toury’nin önsel çeviri tanımından yola çıkmak istemeyişi ve tanım sorunundan uzak durması kuramında sorunlara yol açmıştır. Toury’nin kuramında geleneksel bir çeviri anlayışından yola çıktığını, ya da en azından ondan kopamadığını söylemekle Toury’nin çeviribilimin inceleme alanını genişlettiğini söylemek birbiriyle çelişmez.

Sözünü ettiğim tıkanmanın en önemli nedeni ise metafizik geleneğin izini taşıyan çeviri tanımının yıkılmasıyla çevirinin genel anlamda metinlerarası ilişkilerden ayrılamayacağı bilgisidir. Bir metni okuduğumuzda nasıl yazarın hangi anlamları amaçladığını bilmemizin yolu yoksa, ne demek istediği bize kendi anladığımız (yorumladığımız) biçimiyle yansıyorsa, çeviride de kendi okumamızdan yola çıkarak bir metin oluştururuz ve o metin okur tarafından yine bizim amaçladığımızla örtüşmeyen biçimlerde anlaşılır, yorumlanır. Geleneksel ya da ‘metafizik’ diyebileceğimiz çeviri kavramında ise sözcüklerde, tümcelerde, metinde saklı bir anlamdan ve o anlamın bir dilin sözcüklerini başka bir dilin sözcükleriyle değiştirmekle aktarılabileceğinden yola çıkılır. Bu tür bir aktarım olanaksızsa çeviri olanaksızdır noktasına gelinir hızla. Böyle yaklaşıldığında, çeviri, bir çekirdeğin (içeriğin) kabuğunu (biçimini) değiştirmek olarak görülürse, gerçekten olanaksızdır. Oysa onu aktarım olarak değil, bir dönüşüm, Derrida’nın deyimiyle, bir dilin bir başka dille dönüştürülmesi olarak gördüğümüzde dilin her zaman çeviri, dolayısıyla da çevirinin dilin önkoşulu olduğu sonucuna varıyoruz.5 Bu durumda geleneksel ‘çevrilebilirlik’ tartışmalarının anlamı kalmaz. Çeviribilimde tanımın sınırlarını gevşetme konusunda çekinceler olduğunu gözlemliyoruz. Örneğin Vermeer’in devingen ve değişken süreçler üzerine kurulu, göreceliği ve öznelliği öne çıkaran, kaynak metnin kutsallığını yıkan yaklaşımına getirilen eleştirilerin hemen hiçbiri kuramın öncüllerine ya da yapısına yönelik değildir; genelde eleştirmenlerin en çok rahatsızlık duyduğu nokta, kaynak metne sadakatin yok edildiği görüşüdür.6 Uçların açılmasıyla çeviri ele avuca sığmayacak, nerden tutacağımızı bilemeyeceğimiz birşey olacak, çeviribilim yıkılacak, çeviri eğitimi yolunu şaşıracak, hatta çevirmenler çeviri yapamayacaklarmış gibi bir korku yaygın. Bunun kuramda gerekli sonuçların çıkarılamamasına yol açması ise çeviribilimin önemli bir sorunu olarak görülebilir. Çeviribilimciler bir yandan kültürü, ideolojiyi, sınıf farkını, tarihi içine alan genişletilmiş çeviri kavramlarıyla çalışırken, bir yandan da geleneksel çeviri anlayışını kullanıyor, bunların birbiriyle ilişkisini ya da birinden diğerine geçişleri sorgulamıyor. Buysa farklı biçimlerde eğitime, çeviri eleştirilerine ve çeviri uygulamalarına da yansıyor.7

Çevirinin Ardındakiler

Çeviri tanımını gözden geçirmek, ardındaki geleneği gözden geçirmeyi gerektirir. Bu gelenekten devralınan en önemli öğeyse ‘aktarım’ fikridir. Çeviribilimin oluştuğu yıllarda, anlamın ya da bir iletinin bir alıcıya aktarıldığı düşüncesi pek çok bilim dalında etkisini göstermiş olan iletişim modellerinden alınarak çeviriye uyarlanmıştır. Shannon ve Weaver’ın ya da Jakobson’un modellerinde iletişim, tek tek öğelerine ayrılabilecek, içeriğin bir noktadan diğerine hasar görmeden taşınabileceği çizgisel bir süreç olarak görülür. Chang bu tür modellerin iletişim gibi son derece karmaşık bir olguyu böylesine derli toplu ve yalın sunmasını iletişimde temel amacın uzlaşma olduğu görüşüne bağlıyor ve bu nedenle farklılıkların, anlamlı ve önemli olabilecek anlaşmazlıkların modelin dışında tutularak belli bir ideolojiyi yansıttığını savunuyor.8 Shannon ve Weaver ile Jakobson’un modelleri yaşamımızın pek çok alanında karşımıza çıkıyor. Bunlardan, çeviriyle alışılmışın dışında bir bağı olan en ilginç alanlardan biri de moleküler biyoloji. Moleküler biyoloji ve genetikbilim, klonlama konusunun gündeme gelmesiyle çağımızın en önemli bilim dalları arasındaki konumunu daha da güçlendirdi. Bu bilim dalının söylemine baktığımızda, karşımıza ‘translation’ sözcüğünün ve ‘transcription’, ‘editing’ vb. öğelerden oluşan bir ilişkiler ağının çıktığını görüyoruz. Bergermann, genetikbilimin Shannon ve Weaver’ın iletişim modelini temel aldığını gösteriyor ve klonlama süreçlerinin görselleştirildiği modelleri eleştiriyor. Bergermann’a göre, klonlama sürecini topluma anlatmak için geliştirilen bu modellerde Shannon ve Weaver’ın sözünü ettikleri ve aktarım kanalında parazitlere yol açtığını söyledikleri öğeler tümüyle dışlanıyor. Bergermann ayrıca, modelin hücre çekirdeğinde gelişen süreçle ilgisi olmadığını savunuyor. Kitleleri ikna etme yolunda estetik kaygının ön plana çıktığı ve renkli görsel öğelerin kullanıldığı klonlama modelinde sürecin başarıyla tamamlanması için öldürülen sayısız koyunun gösterilmeyişini anlatırken istenilmeyeni ya da çıkarımızla örtüşmeyeni görmezlikten gelme yolundaki tutumun genel olarak tehlikelerine işaret ediyor.9 Model gerçeği yansıttığını savundukça düşünce dünyamızda zamanla gerçekliğin yerini alıyor; sonra biz, klonlamayı o model sanıyoruz, tıpkı iletişimin Jakobson’un modelindeki gibi işlediğini sanmamız, çeviriyi masum bir anlam aktarımından farklı düşünemiyor olmamız gibi.

Çevirinin, çeviri tanımının ardındakine bakmak, çeviribilim için önemli olan konuları da daha iyi görmemizi sağlar. ‘Ardındakine bakmak’ derken, ‘çeviribilim’in öncelikle Batı dillerinden çevrilen bir sözcük olduğunu, bilim dalının temellerinin Batı dillerinde atıldığını anımsayalım. Bu açıdan ‘translation’ sözcüğünü incelersek hem taşıdığı yükü daha iyi anlarız, hem de tarihi günümüze bağlamaya çalışarak ondan yararlanabiliriz.

‘Translatio’ Ortaçağ’da hem somut hem de soyut ‘aktarım’ anlamında kullanılan bir sözcüktür. Translatio artiumtranslatio studii, translatio sapientae, translatio imperii gibi biçimlerde eşyaların, kitap ve bilginin ya da egemenliğin aktarımı anlamlarında karşımıza çıkar. Vermeer, ‘translatio’nun hem maddesel aktarım hem de teknik güç aktarımı ve tinsel aktarım olarak, başka deyişle düşüncelerin iletilmesi olarak da anlaşıldığını söyler; „bu anlamda her tür sürekliliğin temelinde bir translatio vardır”.10 ‘Translatio studii et imperii’ şeklindeki kullanımda ise egemenliğin ya da gücün aktarımıyla kitapların ve bilginin aktarımı birarada anılıyor ve bu gücü elinde tutanla bilgiyi elinde tutanın birbirinden ayrılamayacağı çağrıştırılıyor. ‘Translatio imperii’ terimi Ortaçağ Avrupası’nda dinsel ve politik gücün bir imparatordan bir diğerine geçişi, bir halk ya da bölgeden bir diğerine geçişi gibi durumları anlatırken önemli rol oynuyor. Bu kavram üzerine yazılan temel yapıtlardan birini kaleme alan Alman tarihbilimci Goez’e göre ‘translatio imperii’ egemenliğin bir toplumun elinden alınıp başka bir topluma verilmesi anlamına geliyor.11 Goez’ün çalışmasından terimin Eski Ahit’e dayandırılarak dünya tarihinin sürecini belirlediği şekilde yorumlandığını, egemenliğin Tanrı’dan insana aktarılmasından sonra doğudan batıya doğru kayacağına inanıldığını anlıyoruz. ‘Translatio imperii’ kavramının farklı kullanımlarına baktığımızda aktarım düşüncesinin tutarlı biçimde korunmadığını, kimi zaman imparatorluğun tüm özellikleriyle bir imparatordan bir sonrakine geçmesi anlamında kullanılırken, kimi zaman coğrafi kayma, hatta dönüşüm anlamına geldiğini görüyoruz. Goez ayrıca bu temanın, Ortaçağ’da hem Tanrı’dan insana, hem papadan imparatora, hem bir imparatordan bir başkasına geçiş için kullanılabildiğini gözler önüne seriyor. ‘Translatio imperii et studii’ çok tanrılı Eski Yunan kültüründen hıristiyan inancını benimsemiş olan Roma kültürüne ve Latinceye geçişte de önemli rol oynuyor. Burada, geniş anlamda çeviriyle günümüzde dar anlamda kullanılan çeviri biraraya geliyor, çünkü bütün bir kültürün yeni bir kültüre dönüşümü, o kültür içinde eritilmesi çabası söz konusu oluyor. Bu çabanın altında yatan amaç, hıristiyanlık öncesinin klasiklerini sağ salim hıristiyan kültürüne taşımak şeklinde yorumlanıyor. Robinson bu amaç doğrultusunda, İsa’dan önce yaşayan toplumların İsa’nın gelişini hazırladığı yolunda bir inancın geliştirildiğini anlatıyor.12 Bu yorum çerçevesinde güneşe koşut olarak düşünülen doğudan batıya geçiş de Pitagoras’ın metempsychosis olarak adlandırdığı ruhların göçü (ya da yeniden doğuş) inancının bir çevirisi olarak görülebilir. Eski Yunan düşünürleri nasıl her ruhun farklı beden ve yaşamlardan geçerken temelde aynı kaldığını düşünmüşse ‘translatio’ kavramının temelinde de imparatorluğun tüm geçişlere karşın aynı kaldığı görüşü yatıyordu denebilir. Ancak, ‘translatio’ kavramı tarihsel gerçekliklere uyum sağlamak üzere farklı farklı anlamlara bürünmüş, yeniden yorumlanmış, kendisi de bir çeviri sürecinden geçmiştir. Tarihçiler, ‘translatio imperii et studii’ düşüncesinin Roma İmparatorluğu’nun çökmesiyle son bulduğu konusunda birleşiyor. Ancak, Robinson’un dediği gibi, gelişmenin, ilerlemenin ve politik gücün doğudan batıya gittiği görüşünün günümüzde de alttan alta varlığını sürdürdüğü, çağımızda gücün Batı Avrupa’dan ABD’ye kaydığı söylenebilirse günümüz bağlamında da Goez’ün yukarıda değindiğim’ egemenliğin bir halkın elindem alınması sorunu üzerinde durulabilir.

‘Translatio’nun tarihteki serüveni bize günümüzde ‘çeviri’ dediğimiz olguyla ilgili pek çok ipucu veriyor. Hem aktarım sorununun ne denli karmaşık bir yapıda olduğunu, hem de türü ne olursa olsun ‘aktarım’ın her zaman güç dengelerinden, ötekini eritmek, yok etmek gibi sorunlardan soyutlanamayacağını gösteriyor. ‘Translatio’ sözcüğünün ‘interpretatio’, ‘conversio’, ‘imitatio’, ‘hermeneia’ gibi Latince ve Yunanca başka, yakın denebilecek sözcüklerle bağları da çağdaş çeviribilimin tartışmalarında açılımlar sağlayabilecek niteliktedir. Örneğin Yunanca ‘hermeneia’ sözcüğü genelde ‘yorum’a benzer, ikincil bir eyleme gönderme yapan anlamıyla bilinir. Copeland, Philo ve Aristoteles metinlerinden yola çıkarak sözcüğün ‘dile gelme’, başka deyişle bir düşüncenin ifade edilmesini, yani dilin kendisini de belirttiğini gösteriyor. Özellikle Aristoteles’in Peri Hermeneias’ında dil ve düşünce arasındaki bağı anlatmak için ‘özgün’e yakın bir anlamda kullanılan ‘hermeneia’nın daha sonra ‘yorum’ anlamını kazanması ilginç bir gelişmedir. Copeland, Latince ‘interpretatio’da da benzer bir anlam genişlemesi ya da kayması görüldüğünü söylüyor ve yine özgün, yani ‘birincil’ olanla ‘ikincil’ konumdaki yorum kavramlarının birbiriyle bağını vurguluyor.13 Her iki sözcüğün Ortaçağ’da ayrıca dilsel aktarım olarak çeviri anlamında da kullanılması çevirinin özgünlük, yaratıcılık, yorum, vb. kavramlar arasında hareketiyle ilgili açılımlara olanak tanıyor.14

Tarihsel ‘gerçekleri’ listelemekle yetinmemek koşuluyla, çeviri tarihi çalışmaları, çeviribilimin önemli yapı taşlarını oluşturuyor ve çeviri kuramına kavramlarını gözden geçirirken destek sağlıyor. Oluştukları dil ve kültür ortamlarından ayrı düşünemeyeceğimiz bu kavramların başka kültür ortamlarında ortaya çıkan benzerleri üzerinde çalışmak da çeviribilime zenginlik katmakla kalmayacak, kuramların yeniden yorumlanmasında ve dönüştürülmesinde önemli rol oynayacaktır. Bu bağlamda Paker’in, Osmanlı geleneğinde ‘terceme’ ve ‘nazire’ gibi kavramların ‘translation’dan farklı özelliklerini ve bu kavramların Osmanlı kültür ortamıyla ne denli içiçe olduğunu gösteren çalışmalarıyla öncülük yaptığı söylenebilir.15

Berman’a göre çeviri tarihi yazmak, çeviribilimin en önemli görevidir. Doğaldır ki bu tarih, dillerin, kültürlerin, yazınların ya da dinlerin ve ulusların tarihinden bağımsız olarak düşünülemez, ancak yine de onlardan ayrı tutulmalıdır.16 Çeviri tarihinden öğrenebileceğimiz pek çok şey var. Aynı şekilde, yukarıda etnoğrafya ve genetikbilim örneklerinde görüldüğü gibi, çevirinin ‘mecaz’ olarak kullanıldığı başka alanlara bakmanın da çeviribilimin kendini, temel kavramlarını ve bu kavramların disiplin sınırlarını aşan etkilerini düşünmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, diğer dallarla etkileşimini de farklı bir boyuta taşıyacaktır.17

Çeviri tarihine ve çeviribilim dışına yaptığımız yolculuk dönüşünde çantamızı açıp düzenlediğimizde karşımıza çağdaş çeviribilimin merkezini oluşturduklarını söyleyebileceğimiz konular çıkıyor. Bunların belki en önemlisi, ‘özgün’ metin ile ‘çeviri’ metin arasındaki ayrım, o ayrımı yapmanın olanakları ya da olanaksızlığı konusudur. Çeviriyi dilin temelinde yatan, onun bir parçası olan bir olgu olarak değerlendirirsek bu, çevirmenin toplum içindeki konumundan telif haklarına, çalışma koşullarından çevirilerin kalitesine, çeviri eleştirisinden çeviri eğitimine, kısaca uygulamalı alanın her köşesine yansıyacaktır. Aslında özgün metin – çeviri ilişkisinin çeviri uygulamalarında, günlük çeviri çalışmalarında sürekli sorgulandığı söylenebilir. ‘Sadakat’ düşüncesinin en çok tartışıldığı yazın çevirisinin çeviribilimin alt alanlarından yalnızca biri olduğu, çeviri bölümleri mezunlarının büyük çoğunluğunun yazın çevirisi ya da yayıncılıkla değil, teknik çeviriyle uğraştığı unutulmamalıdır. Günümüzde de çeviri kuram ve bilimcilerinin çoğu yazın çevirisinden yola çıkıyor. Kuşkusuz, örneğin eski sömürgeler bağlamında yürütülen çalışmalar düşünüldüğünde yazın çevirisi incelemeleri çeviribilim için vazgeçilmez kaynaklar sunuyor. Ancak bilgisayar yazılımlarının yerelleştirilmesinden mahkeme çevirisine uzanan geniş çeviri türleri yelpazesinden de kuramın öğrenebileceği çok şey var. Sözgelimi medya çevirisine ve politik metin çevirisine baktığımızda çeviribilimin anatemalarından olan ‘güç’ öğesiyle karşılaşıyor, çevirinin politik çıkarlara alet edilebildiğini, kültürlerarası asimetrilerin nasıl belirginleştiğini görüyoruz. Mahkeme çevirisi ve genel anlamda toplum çevirisi alanlarına eğildiğimizde ise tarafların konumuna ilişkin dengesizliğin bireylerarası ilişki düzeyinde yaşandığına tanık oluyoruz. Davası görülen bir sığınmacının iletişim koşulları yargıcınkinden, dil ve kültüre yabancı bir psikiyatri hastasının konumu doktorunkinden çok farklıdır. Bu durumlar göz önüne getirildiğinde çevirinin masum bir aktarım olarak tanımlanamayacağı daha iyi anlaşılıyor. İlişkilerdeki asimetrinin son yıllarda yoğun olarak konu edilmesinin bir sonucu olarak etik konusu da çeviribilimin gündemine oturdu. Çevirmenin sözcükleri değiştiren bir makine değil de düşünen, duyan, alımlayan, yorumlayan bir birey olması, ‘yansız’ ya da ‘nesnel’ davranmasının sözkonusu olmadığı görüşünü beraberinde getiriyor. Bu da çeviribilimcileri ve eğitmenleri çeviri eylemi için yeni ölçütler aramaya zorluyor.

Çevirinin, uygulamalarıyla, kuramsal soru ve sorunlarıyla başka alanları da ilgilendiren ve disiplinlerarası yaklaşımlarla ele alınması gereken bir konu olduğu görülüyor. Bu bağlamda, çeviri kavramlarındaki çeşitlilik ile bu kavramlar arasındaki geçişler üzerine yapılacak çalışmaların önemli olduğunu düşünüyorum. Çeviribilim bağımsızlığını ilan ettiği alanlarla yeniden iletişime geçerken disiplinlerarası ilişkilerde de yeni dengeler oluşacaktır. Çevirinin, çevirmenin ve çeviribilimin daha görünür kılınması ise yalnızca konusu insan olan tüm akademik dallara değil, çeviriyi her an yaşayan toplumların bireylerine de yeni bakış açıları, parçası oldukları süreçlere karşı yeni bir duyarlılık kazandırabilir.

(Bu yazı daha önce, Varlık dergisi için Dilek Dizdar ve Ayşe Banu Karadağ’ın yayına hazırladığı “Kültürlerarası Etkileşim Aracı Olarak Çeviri ve Çeviribilim” adlı dosyada yayınlanmıştır. Varlık, Ocak 2004, s. 3-8.)

br />


1 Tyler, Stephen. “Post-Modern Ethnography: From Occult Document to Document of the Occult,” Writing Culture: The Politics and Poetics of Ethnography, yay. haz. Clifford, James; Marcus, George E. University of California Press, 1986, s.137-138 (kendi çevirim).

2 Berman, Antoine: L’épreuve de l’étranger. Paris: Gallimard, 1984, s.11 (kendi çevirim).

3 bkz. Heidegger, Martin. Zur Seinsfrage. Frankfurt am Main: Klostermann, 1977 ve Heidegger, Martin. Unterwegs yur Sprache. Stuttgart: Günther Neske, 1993.

4 bkz. Toury, Gideon In search of a theory of translation. Tel Aviv: The Porter Institute, 1980 ve Toury, Gideon. Descriptive Translation Studies and beyond. AmsterdamPhiladelphia: John Benjamins, 1995.

5 krş. Benjamin, Walter. “Die Aufgabe des Übersetzers” Walter Benjamin: Gesammelte Schriften, IV.I, 10. Frankfurt am Main: Suhrkamp, l972 ve Derrida’nın bu metne getirdiği yorum: Derrida, Jacques: “Des Tours de Babel”; Graham, Joseph F. (yay. haz.) Difference in Translation. Ithaca, London: Cornell University Press, 1985.

6 Vermeer’in kuramsal çerçevesi için bkz. Vermeer, Hans J. Die Welt, in der wir übersetzen. Drei translatologische Überlegungen zu Realität, Vergleich und Prozeß. Heidelberg: TEXTconTEXT, 1996.

7 Ancak, kuramsal gereklilik olarak görülebilecek bu gevşetme ve açılım bağlamında söylenenler uygulama düzeyinde çeviri yöntemleriyle karıştırılmamalıdır. Çeviri tanımının sınırlarını gevşetmek gerek derken bu noktadan ‚çeviri şöyle ya da böyle yapılmalıdır‘ şeklinde bir yönlendirmeye gidilemez.

8 Chang, Briankle G. Deconstructing Communication. Representation, Subject, and Economies of Exchange. Minneapolis, London: University of Minnesota Press, 1996, s. 175; krş Baudrillard, Jean. Pour une critique de l’économie politique du signe. Paris: Gallimard, 1972, s.220.

9 Bergermann, Ulrike. “Das graue Rauschen der Schafe. Diagramme für die Übertragung von Nachrichten und Genen”; Future Bodies. Zur Visualisierung von Körpern in Science und Fiction. Yay. haz. Angerer, Marie-Luise vd. Wien, New York: Springer, 2002, 109-127.

10 Vermeer, Hans J. Das Übersetzen im Mittelalter (13. und 14. Jahrhundert), I: Das arabisch-lateinische Mittelalter. Heidelberg: TEXTconTEXT 1996, s.257.

11 Goez, Werner. Translatio Imperii. Ein Beitrag zur Geschichte des Geschichtsdenkens und der politischen Theorien im Mittelalter und in der frühen Neuzeit. Tübingen: Mohr (Siebeck), 1958, s.3.

12 Robinson, Douglas. Translation and Empire. Postcolonial Theories Explained. Manchester: St. Jerome, 1997, s.53. Ayrıca krş. Copeland, Rita. Rhetoric, Hermeneutics, and Translation in the Middle Ages: Academic Traditions and Vernacular Texts. Cambridge: Cambridge University Press, 1991, s.29.

13 Copeland, agy, s.88.

14 Vermeer, Latincede ‚çeviri‘ anlamında ya da ona yakın anlamlarda kullanılan pek çok başka sözcük de sıralıyor ve bu çeşitliliği konuya duyulan ilgiye bağlıyor (örneğin ‚interpretari‘, ‚mutare‘, ‚reddere‘, ‚tradere‘, ‚transferre‘ (‚trans/con)vertere‘, ‚transscribere‘, (‚ad verbum aliquid) exprimere‘, (‚verbum verbo) exprimere‘) çeviriye duyulan ilgiye bağlıyor. Bkz. Vermeer, Hans J. Skizzen zu einer Geschichte der Translation. Anfänge von Mesopotamien bis Griechenland. Rom und das frühe Christentum bis Hieronymus. Frankfurt am Main: IKO, 1992, s.179.

15 Örneğin bkz. Paker, Saliha. “Translation as Terceme and Nazire. Culture-bound Concepts and their Implications for a Conceptual Framework for Research on Ottoman Translation History”; Crosscultural Transgressions. Research Models in Translation Studies II. Historical and Ideological Issues. Yay. haz. Hermans, Theo. Manchester, Northampton: St. Jerome, 2002.

16 Berman, ady, s.12-13.

17 Bkz. örneğin Şebnem Bahadır’ın çeviribilim-etnoğrafya ilişkisini konu alan çalışmalarından “Der Translator als Migrant – der Migrant als Translator?”; TEXTconTEXT 12 = NF 2, 1998, 263-275.

Leave a Comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir